“Gözler için işaretler yapmışızdır, bunlar harflerdir; kulak için işaretler yapmışızdır, bunlar hecelenen seslerdir. Ancak dokunma için hiçbir işaret yapmamışız; bu duyuya hitap etmenin ve ondan yanıtlar almanın da özel bir tarzı olmakla birlikte, böyledir bu. Böyle bir dilin olmaması yüzünden, sağır, kör ve dilsiz doğanlarla aramızda haberleşme tamamen kesiktir.” Diderot’un 270 yıl önce yaptığı tespit halen geçerliliğini koruyor.
Darağaç, Alsancak Stadyumu ile Ege Mahallesi arasında kalan, önceden bahçelerle çevrili olduğu için Farsçada dar / ağaç denen küçük sanayi atölyelerinin bulunduğu bölge olarak tanımlanabilir. İçerisinde Ayşegül Doğan, Tuğçe Akay, Fatih Altan, Ali Kanal, Cem Sonel ve Cenkhan Aksoy’un bulunduğu sanatçı grubu, Darağaç kolektifini kurarak dört yıldır mahalleliyi de dahil eden karma sergiler düzenlemekteler. Resim, video, performans gibi işlerle, yayıldıkları beş sokakta kalıcılık sağlamak suretiyle hem sanatçılar hem de mahalleli bir araya geliyor. Burada, Haziran ayında yapılan Volta etkinliği ve 27 Eylül-2 Ekim 2019 tarihleri arasında gerçekleştirilen “Darağaç IV: Lüzum” sergisinde Kadir Kayserilioğlu’nun sofra kültürü işindeki gibi işe müdahale edilebilen fırsatlar yaratılıyor.

Kadir Kayserilioğlu’nun “Sofralar” adlı üzeri çeşitli çizim ve yazılarla bezenmiş masa örtüsünden oluşan işi duvarın önündeki bir ipe mandallarla tutturulmuş bir şekilde asılıdır. Sanatçı işinin sağ tarafında yan profilden durmaktadır.
Aslında Darağaç ve kolektife yönelik daha fazla bilgiye sosyal medya hesaplarından ulaşılabilir. Benim yoğunlaşacağım şey ise; yapılan işlerde sanata görsel merkezli bir bakış açısı getirildiği, görmenin mecburi kılındığı; ama yorumun bize bırakıldığı bir durumla karşı karşıya olma hali. Kusursuz bir beden anlayışından hareketle görmenin kutsallaştırıldığı, ama körlüğün hem fantezi ürünü hem de korkulan, yüceltilen ya da aşağılanan; diğer taraftan da bu bedenin dışında olan sakat bireylere acındığı, cezalandırıcı bir rol biçildiği ya da farklılık adı altında yabancılaşmanın tercih edilmesinin söz konusu olduğu çok yüzlü, sakatfobik bir bakış açısı…
Değerli okurlar, ben kendimi ‘kör’ diye tanımlayan ama toplumda bir kelimeye takılarak rencide olacağım düşüncesiyle, daha kabullenilmiş ya da ıslah edilmiş haliyle ‘görme özürlü/engelli’ diye tanımlanan bir bireyim. Körlere yönelik en çok şu ifadeler kullanılıyor: “Siz bakıyorsunuz biz görüyoruz; bakan kör; siz bizden daha iyi görüyorsunuz; bizler de engelli adayıyız.” Bu gibi, bir türlü kör oluşumuzun kabullenilemediği, standardın dışında bir körle karşılaşınca görmeye zorlanılan, diğer taraftan da körleri öveyim derken daha da rencide eden bir yüzeyde yaşamaya çalışıyoruz. Körler için bulunabilen tek çözüm ise politik jargonları bir tarafa bırakarak Saramago’nun “Körlük” kitabında olduğu gibi onları kapalı kurumlara kapatmak, görenlerden izole bir yaşama mecbur etmek. Kapalı kurumların modern halinin ise özel eğitim kurumları, adına engelsiz denilen köyler, kampüsler ve yaşam alanları olduğunu düşünüyorum.
Yazımda, karanlık içinde yaşandığı düşünülen körlüğün reddi üzerinden gelişen, görme iktidarından kaynaklı türetilen bakış açısı demektense, kör merkezli duyuş açısıyla satırlarım akmaya devam edecek.
– Ara not: Bir görme engelliyle karşılaşıldığında egemen olan jargonla görmeye dayalı bir dil kullanabilir. Çünkü Türkiye’de nasıl ki herhangi bir dinin mensubu olmadığını tanımlayan kimseler İslami kültürden ötürü dinsel motiflerden besleniyorsa, gezegenimizde etrafımızı dil dahil her yönden kuşatan görme anlayışından ötürü kör birisi de görme kültürüne dayalı bir dil geliştirebilmektedir. –

Muhtar Ana Yusuf’un bastonunu tutmuş, Yusuf ve Ebru Sağay ona kollarını atmış poz vermektedirler.
Daha bir yıl önce; İzmir Kültür Platformu (İKPG) girişimi hayatıma girmeden evvel, sergilerin görsel olduğu düşüncesinden hareketle Alfred Adler’in de ifade ettiği gibi kendi aşağılık kompleksimde sıkışıp kalmıştım. Sinema, resim, müze ziyareti gibi şeyleri görsel kategoride değerlendirdiğimden yarım insan olarak tamamlanmak için bir refakatçiye ihtiyaç duymaktaydım. Fakat Ağustos 2018’de düzenlenen İKPG Yaz Kampı hayatımda yeni bir çığır açtı. Okuma Tiyatrosu’nun öncüsü olarak İzmirliler’in gönlünde taht kurmuş Ebru Atilla Sağay ve babacan tavırlarıyla tanıdığım Şervan abinin (Şervan Alpşen) girişimleri sonucunda sanatçıların dünyasına dahil oldum. İnanın o güne kadar tuval, küratör, illüstrasyon ve performansın ne demek olduğunu bilmiyordum. Sonrasında bir yıl boyunca “Darağaç III” de dahil olmak üzere tüm sergileri dolaştım. Hepsiyle iletişim kurdum. Bir yıl boyunca tek amaçladığım şey kör kimliğimin de Yusuf karakterinin bir parçası olduğunu hissettirmekti. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum ama halen sergilere gidebiliyorsam, “Kalender Meşrep” işiyle Tuğçe Akay’la beraber “Lüzum” sergisine katılan Ayşegül Doğan, Şirince Kayzerkaya’da çektiği bir fotoğrafı körler okusun diye sosyal medyasında betimliyorsa bir yol kat etmişiz demektir.

Fonda bir sokak arasında beyaz bir evin duvarına gerilmiş bir resim bulunuyor. “Kalender Meşrep” adlı ikilinin eseri; gün doğumunda bir orman manzarasının üstüne, gece yarısında tek bir ağacı konu alan bir resim ve o manzaralara ithafen yazılmış ve yine aynı resmin üzerine çivilenmiş bir şiirden oluşuyor. Resmin önünde serginin en minik ziyaretçisi olan Uzay, resmi seyreden annesinin sırtında poz veriyor.
Bir Pazartesi günü, bozuk kaldırımları takip ederek ve bastonumu yere vurarak yankısını aldığım sokağa giriyorum. Arada kafam yapraklara çarpıyor, burnuma çalınan köpek ve kedilerin dışkı kokuları ve kulağımda zıvır zıvır dönen motor seslerini geçerek güler bir sesle karşılanıyorum. Kolektifin bu seneki sergi temasıyla uyumlu olarak lüzum üzerine sergi kitapçığının braille formatıyla da sunulması; körlerin parmaklarıyla okuduğu kabartılı bir kitapla birlikte, bize tek başına gezebilmenin önünü açmak adına Ebru ve Arzu (Oto) hocaların sesli betimlemeleri, görüntülerin insan sesiyle dile gelmesinin önemli olduğunu düşünmeleri sayesinde oldu.

Yakın planda Yusuf’un eli braille alfabesiyle basılmış sergi kitapçığının üzerindedir.
O kadar mutlu oldum ki, bunun üstüne ne denir bilmem! Ben de bu lüzumun farkına varılmasının rahatlığıyla mahalledeki Levent Bakkal’dan bir meyve suyu ve yine mahallenin kahvecisinden bir de keyif çayı içtim. İlk defa şov yapılmadan, reklamsız bir şekilde sergiyi gezecek, parmaklarım kitapçığın üstünde gezinecekti.

Yakın plandan çekilmiş bir açıda Yusuf ile Katya el ele tutuşuyor. Sol tarafta Yusuf, sağ tarafta Katya var. Katya kameraya doğru gülümsüyor, Yusuf sağa doğru dönmüş ve ikisinin ellerine doğru gülümsüyor.
Hummalı bir çalışma ile karşılaştım. Katya “Rahim” işine son şeklini verirken Demet “Ufuk Çizgisi” için kullandığı yağlı boyanın kokusunu hissettiğimi bilircesine dokunmamam gerektiğini söylüyor, Bengü ve Ebru ise Fatma Ana’nın (Kaçaro) otuz yıllık muhtarlık anılarını ve gündelik yaşamını fotoğraflarla anlatmak için son rötuşlarını yapıyorlardı.

Etem Şahin bir odanın içinde sağda bir masana oturur pozisyonda yazı yazmaktadır. Tam ortadaki pencere odayı aydınlatmaktadır.
Sonunda benim için büyük gün, 27 Eylül gelmişti. Ben ve iki kör arkadaşım kitapçığı okuyup Ebru ve Arzu’nun sesli betimlemelerini dinledik, dokunduk, hissettik, yaşadık. O gün beni bekleyen iki sürpriz vardı; Etem Şahin okuma performansını bana ithaf etti. Odaya girip hem kendi kaleminden hikayesini dinliyor hem de tamamlanmamış olan kısmını kalemiyle defterine karalıyordu. Aslında hikayeyi yarıda bırakarak ve onu sürekli bana ithaf ederek farkında mıydı bilmiyorum ama tamamlanıyordu. İlk defa bir sanatçı tarafından onurlandırıldım. Bir diğer sürpriz ise sanatçıların kendi işlerini kendilerinin sesli betimlemesi oldu ve tek başıma, kimsenin yardımı olmadan atölyeleri gezebildim.

Demet Bilgen’in “Ufuk Çizgisi” çalışmasının önünde sadece sırtları görünen dört kişi yer almaktadır. En solda sarışın, küt saçlı, 30’ların sonunda bir kadın çalışmaya dokunmakta, arkada kareli gömlekli, sırt çantalı bir erkek ve hemen sağındaki Yusuf çok az saçları görünen Demet’i dinlemektedir.
Biraz örnek vereyim; Demet Bilgen ufuk çizgisini betimlediği işine şöyle başlıyordu: “Birkaç yüksek merdiveni çıkıp mekana girip sola dönüyoruz. Elimiz kapı ve prize takılı kabloya çarpınca saat on iki yönünde, üç buçuk metrede karşıda boydan boya Amerikan bez üzerine çalıştığım, başlangıç noktasının pencere ve perde olduğu…” diye cümleler ağzından dökülmeye devam ediyordu. Sonrasında sağ iç odaya girip iki duvarı kaplayan ufuk çizgisi, mekanı her yerinin eğri olması, diye anlatırken aslında neyi amaçladığını anlatınca betimleme sonlanıyordu. Yani sesli betimlemenin içerisine sesli haritalar da konuldu.

Fatih Altan & Hasan Usta’nın “Deneme Bir’ki” adlı işinden bir kare.
Aynı şekilde Fatih Altan da aşağısı fayanstı ve yukarıdaki duvar Hasan Usta’nın anlattığı hikayeyi betimliyordu. Kolonun başladığı yerden sağa doğru alfabenin dizili olduğunu, saat dokuz yönünde sınırlandırdığı tahtaya dokunurken tahtanın alt ve üst tarafını hangi renklerle donattığını anlatıyordu.
Bu benim açımdan muazzam bir ilkti. Evet, atölyelere birinin desteğiyle gidiyordum ama atölyede tek başıma kalarak her şeye dokunuyordum. Bir an keşke müzelerdeki tüm nesnelere ve galerilerdeki heykellere dokunabilsem diye düşündüm; ama hayır. Aklıma yine müze girişlerinde bir nakarat gibi tekrarlanan o klasik cümleler geldi: “Vazoyu kırarsınız veya zarar verirsiniz gerekçesiyle refakatçisiz sizi içeri alamıyoruz…” Eserler deforme olur diye kafamızda canlanabilecek heykellerden mahrum bırakılmak çok kötü bir duygu. Tek izin verdikleri zaman ise sakatların toplu geleceği anlar. O zaman camlarla örülü bariyerler ortadan kaldırılıyor. Sonra patlasın flaşlar, gazeteler engelsiz müze diye büyük puntolarla duygu yüklü yazılar yazsın… Hepimiz eşitiz nidalarından sonra da siz ve biz, sağlıklı ve sağlıksız, normal ve anormal, avantajlı ve dezavantajlı kelimeleri defalarca kullanılarak sağlamcı ideoloji dil aracılığıyla yeniden üretilsin… Müze ve galerilerde bu tavrı geliştirenler de Darağaç da güvenlik açısından körleri düşünüyordu. Lakin Darağaç kolektifi işin doğrudan muhatabıyla iletişim kurarak bunu çözme yoluna gitti. Her türlü yasakçı tavra inat dokunma serbest kılınmıştı. Zaten dokunduğumuz işte çalışmanın zarar görebilme ihtimali varsa sesli betimlemeyle dokunma biçimimize müdahale edebiliyordu. Yine sokağı adım adım geziyorum. Kimisi biralarını tokuşturup işleri yorumlarken kimisi de Emre Yıldız hocanın öncülüğünde tabela atölyesinde yapılanları görmek için Darağaç köftecisinde karnını doyuruyor.

Merve Vural’ın “Dijital Baskı” adlı işinden bir kare.

Hasan Işıklı’nın “Sadece Suzi” adlı işinden bir kare.
Merve Vural’ın sokaklarda sık sık karşımıza çıkan, kendi imajını kullandığı seçim afişi göndermeli posterleri, Mona Lisa’yı andıran havasıyla, arkasına aldığı saat kulesini ve kucağında horozla hepimizi gülümsetiyordu. Beklenmedik bir anda gülüşüm titrek bir hal alıyor. Hasan Işıklı’nın mahallenin Suzi adlı köpeğine ithafen yaptığı illüstrasyonları incelerken mahallenin biricik prensesi Suzi, aniden bana hırlıyor…

Cem Sonel’in atölyesinin sol tarafında yer alan Ramazan Can’ın “Yüklük Serisi” adlı enstalasyonun önünde 2o’li yaşlarda biri kadın biri erkek iki durmaktadır.
Sonraki gün sırtımı Ramazan Can’ın işine; sağ ve sol tarafında katlanmış halı olan bir betona dayamış, seslere kulak vermiştim. Anladığım kadarıyla İstanbul’dan performans sanatçısı Gülhatun Yıldırım mahallede belli su noktaları oluşturarak mahallenin sokaklarını temizliyordu. Bu şekilde yardıma dayalı bir ilişkidense dayanışmaya dayalı bir ortaklaşma lüzumunu bize hissettirdi.

Hüseyin Kocatepe’nin atölyesinin yanından geçerken Gülhatun Yıldırım performansını sergilemektedir. Tam karşında çekim yapan ayaklı bir kamera ve henüz kuru olan yerde uzanan Suzi yer almaktadır.
Son günde ise Darağaç kolektifinin bana bir sürprizi vardı; bu sefer ses performansı dinledim. İstanbul’dan Emin Yu, elektronik enstrümanlarla hiçbirimizin aşina olmadığı sesler çıkararak doğrudan kulaklarımıza müdahale ediyordu. Kendimi hem iyi hem de kötü hissettim. Görmeye dayalı bir betimleme yaparken yanımızdaki kişinin anlatabildiği kadarıyla idare etmek zorundayız. Hatta bazen işin sanatçısı bile anlatmakta problem yaşayabiliyor. Bugüne kadar bizden esirgenen görüntüleri, renkleri zihnimizde canlandırmak hayli zor olsa da umuyorum ki bizden sonraki kör nesiller çocuk yaştan itibaren duyabilecekleri betimlemelerle daha fazla canlandırma yapabilecek. Emin’in performansıyla ilgili iyi olan şey ise sürekli duyduğum seslerin dışında bir sesi duyduğumda yer yer rahatsızlık hissetmiş olsam da bu yeni sese artık aşina olmaktı. Umarım kendisi bir gün körlerin bulunduğu bir ortamda bu işi tekrarlar.

Emin Yu perdenin solunda bir masada oturarak ses sistemi ile performansını sergilemektedir. Sesin oluşturduğu ritmik çizgisel hareketler projeksiyona renkli asimetrik çizgiler olarak yansımaktadır.
3 Ekim’e kadar süren serginin eksiklikleri de tabi ki oldu. Sözü kör marangoz Le Nötre’ye bırakalım: “Bütün yolları denediğim halde yine de erişemeyeceğim bir şey dilememi istiyorsanız, bir çift göz yerine her yere ulaşabilecek kadar uzun bir kolum olsun isterdim; çünkü siz yıldızlara bakarken dürbün bile kullansanız onları yine de tam olarak anlayamıyorsunuz. Halbuki elim oraya uzanabilmiş olsa, orada olan biteni sizden daha iyi anlar, bunu size de anlatırdım” (D. Diderot, Körlere Mektuplar, Türkçe Çeviri: Adnan Cemgil)
Tuğçe Yücetürk’ün “Kelebek Etkisi” ve Nejat Satı’nın “Yeni Nejat Eczanesi” işlerine yüksek noktalarda oldukları için dokunamadım. Hem kelebeğe hem de ilaç kutusuna dokunmak isterdim. Gözlerin odaklandığı noktaya kollarımın uzanmasını, çalışmaları parmaklarımla hissedebilmeyi isterdim. Fakat Cem Sonel’in sayesinde Nejat Satı’nın sergiye özel olarak ürettiği bir adet ilaç kutusuna dokundum.

Ali Kanal’ın “Alamet” adlı işinden bir kare / Soldan gelen güneş ışığı ile aydınlanmış iş simetrik bir şekilde fotoğraflanmıştır.
Duvarları takip ederken elim palmiye ağaçları arkasına konulmuş bir bezle karşılaştı. Bir tarafta toz ve boya kokusu beni öksürtürken diğer taraftan Ali Kanal’ın Sümer Fabrikası’nın atıklarıyla topladığı atıl haldeki “Alamet” işine dokunuyor, alttaki ağaç izlerine ve üstteki kıvrımlara dokunarak sesli betimlemeyle zihnimdeki soruların cevabını buluyordum.

Yekateryna Grygorenko’nun “Rahim” işinin içinden eğilerek gözlüklü bir kadın çıkmaktadır. İşaret ve orta parmağında renkli yüzükler olan başka bir kadının eli de rahim zarının sağ tarafından tutmaktadır.
Son olarak hepimize şu an 6 saattir içerisinde bulunduğum Yekateryna Grygorenko’nun tozpembe likra kumaş ve elyafla dolu “Rahim” odacığından bir mesaj vermek istiyorum. Lütfen hep beraber çabalayalım. Sakat biriyle akademik çalışma veya proje bazlı ilişki kurmaktansa; körlük üzerine herkesin sorduğu soruları sormadan onlarla doğal bir ilişki geliştirelim. Belki arkadaş, dost veya sevgili olacaksınız ya da belki de karakterinden dolayı öfke duyacak, sevmeyeceksiniz. Ama muhtaçlık hiyerarşisine dayalı bir ilişki ağı hiç kimseye bir şey katmaz. Siz bir rahimi ses ve ışıkla tek kişilik bir hücreye de döndürebilirsiniz ya da daha önemlisi, sevgiyle de donatabilirsiniz. Yekateryna’nın yoğun zaman harcadığı “Rahim” enstalasyonunda sıkışmaktan, 100 yıllık yalnızlığa terkedilmektense çırpınmayı, rahime sığmamayı, bir bebek gibi doğmayı istiyorum. Eğer doğabiliyorsak, inşa edebiliyorsak, dönüşüp dönüştürebiliyorsak ne mutlu hepimize. Sakat bireyler eve hapsolmamalı. Pusulamız sokağa dönük olmalı.
Nasıl ki ırksal tasnife karşı 1960’lı yıllarda Güney Afrika Cumhuriyeti’nde hüküm süren apartheid rejimine karşı siyahların siyahi var oluşlarıyla gururlanmalarına dayanan sanatsal akımın adı ‘Siyah Güzeldir’ ise, ben de Darağaç’ta kör olmak ayrıcalıktır diyor ve yeni bir sanatsal akımın başlangıcına ön ayak olabiliriz diye düşünüyorum.
Metnimi sloganik bir söylemle bitirmek istiyorum: Yaşasın erişilebilir sanat, yaşasın erişilebilir mekan!
Kapak Görseli: Katya sol tarafta elinde Yusuf’un yazdığı braille alfabesiyle basılmış sergi kitapçığını tutmaktadır. Yusuf ise metnin nasıl okuması gerektiğini Katya’ya göstermektedir.
* Fotoğraf Betimlemeleri için Yekateryna Grygorenko’ya (Katya) teşekkür ederiz.