Geçtiğimiz yıl İstanbul’a taşınan ve İstinye Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan İzmirli sanatçı Mehmet Dere’yi daha çok İzmir Gürçeşme’de 2008 yılında faaliyete geçirdiği 49A isimli bağımsız sanat alanından hatırlıyor ve biliyoruz. Şu anda aktif olmayan 49A, sosyolojik olarak ayrıştırılmış ancak bir o kadar da hareketli bir caddede konumlanmış bir mekanda sanat için bir alan sunmaktaydı ve umuyoruz ki günün birinde tekrar bunu yapıyor olacak. Gidip de göremeyenler için, çoğunluğunu İzmir’li sanatçıların oluşturduğu, geçtiğimiz aylarda İstanbul’da gerçekleşen bir karma sergi ile bu boşluğu biraz da olsa kapatalım istedik. Buyurun Umutsuz Boşluk’a…

SANATORIUM, 9 Şubat – 10 Mart 2018 tarihleri arasında Mehmet Dere’nin kavramsal çerçevesini ürettiği ve sanatçı olarak dahil olduğu, Yunus Emre Erdoğan, İsmail Şimşek ve Nezaket Ekici’nin çalışmalarından oluşan “Umutsuz Boşluk” adlı sergiye ev sahipliği yaptı.

Mehmet Dere’nin kavramsal çerçevesini oluşturduğu, aynı zamanda Mim adlı enstalasyon çalışması ile yer aldığı “Umutsuz Boşluk” sergisine, Nezaket Ekici Kör isimli performans videosu ile, İsmail Şimşek mekân üzerinde gerçekleştirdiği müdahalesi olan Saklı ile, Yunus Emre Erdoğan ise desen ve belge fotoğraf çalışmalarının bulunduğu Yarı Açık ile dahil oldu. Çalışmalarında farklı problematiklere sahip sanatçıların ortak bir boşluk kavramı etrafında buluştuklarını görüyoruz. Boşluk kavramı bu anlamda  bir metafor olarak izleyicileri “kendi boşlukları” üzerine düşünmeye sevk etmekte.

Sergi ilhamını Dücane Cündioğlu’nun Umutsuz Boşluk adlı makalesinden almakta. Dücane Cündioğlu bu makalede, Sam Mendes’in yönetmenliğini yaptığı Revolutionary Road adlı (Türkçeye Hayallerinin Peşinde olarak çevrilen) filminden yola çıkarak bir çiftin yaşamlarında içinde bulundukları umutsuzlukla yüzleşememe, kendi seçtikleri bir yaşamın esasında bir tür kafese dönüşme durumunu ele alır. Filmin bir sekansında komşularından biri olan Bayan Givings’in, elektro şok üstüne elektro şok tedavisi görmüş matematikçi oğlu John’un, çiftle beraber yürüdükleri bir orman sahnesi yer alır.

Çift esasında Paris’te yaşayacakları güzel günleri düşlerken kapana sıkıştıkları gerçekliğini Deli karakterine itiraf eder. Deli karakteri gerçeği olduğu gibi gören bir kişiyi temsil eder. Çoğu insan boşluğun farkındadır, ama umutsuzluğu görmek gerçekten cesaret ister. Bu anlamda kendi olmaya cesaret edemeyenin inancı olamaz, insan bir sarkaç misali sonlu ve sonsuz varlığı arasında sıkışan kendi olma sürecini umutsuzluk içinde yaşar. Filmdeki çiftin ruh hâli bu anlamda Kierkegeard’ın tabiriyle “başka biri olmak isteyen ama olamayan, başka biri olamadığı gibi kendisi de olamayan kişinin” durumuna benzemektedir. İnsan kendini gerçekleştirmek ister, kendi ile kurduğu iletişim bunu beceremezse onu boğan, adlandırılamayan umutsuz bir boşluğa dönüşür.

“Umutsuz Boşluk” isimli sergi başlığı; kötümser bir ruh halini vurgulamasının aksine gücünü bu anlamda umuttan almakta. Serginin çıkış noktası olarak; umutsuzluktan yana bir niyetsellikten azade, olana- olmakta olana itiraz anlamında, Deli karakteri ile sanatçıyı özdeşleştirerek okumayı tercih ediyor. Bu açıdan bakıldığında umut; sanatçının credosu (amentüsü) anlamında vurgulanan umutsuzlukla yüzleşme yeteneği olarak ortaya çıkıyor. Denebilir ki, sanatçılar bir anlamda bu kavrayışı ortaya koyarlar.

Sergi kapsamındaki çalışmalar; açıkçası potansiyel bir eleştiri olarak, kendilerini izleyici ikna etmeye dayalı olmayan kişisel tanıklıklar olarak ortaya koyarlar. Sergi bu anlamda bir nesne üretimi ve sunumu dışında aynı zamanda bu çalışmaları görünür kılan süreçlerin incelenmesini ortaya koymaktadır. Şiirsel ve içe dönük olan bu tavır sanatçının eseri ile sanatçıyı birbirinden ayıramadığımız bir bütünlüğe gönderme yapar. Dere özellikle bir sanatçı olarak serginin kavramsal çerçevesini oluştururken küratöryel bir pratikten ziyade; sanatçıların çalışmalarını illüstrasyon olarak araçsallaştırılamayacak bir sergi kurmayı amaçladığını ifade etmekte. Sergide yer alan işler birbirine dönüşen ve birbirlerine referans eden yapılar olarak var olmaktadır. Birbirlerinden farklı oldukları gibi birbirlerine referans ediyorlar, hatta tamamlıyorlar. Sergi bu anlamda bir söylemden ziyade kavramsal olarak boşluğun semantik alanının mekân ile yeniden üretilmesini içermekte. Bu anlamda serginin merkezi kavramı olan umutsuz boşluk bir dert kavramına, yani sanatçıların kendilerine odaklanmakta. İnsan varlığı, kendi özgürlük alanını sürekli arayarak genişletir.

Sanatçı “boşluğu” dönüştürememeyi, bunaltıyı, çöküşü ya da tam tersi olarak bunun ifade edilemezliğini dillendirendir. Sanatçının gerçeklik katsayısı bu anlamda kendi yarattığı “boşlukta”dır. Sanatçının temsil problemi ya da temsilsizliğinin temsili; yer değiştiren değerlerin içinde bulunduğumuz dünyanın değerleriyle ters orantılı olarak kendini yerinden ederek var eder. Sanatçının başarısızlığı ve sessizliği arama serüveni, bir anlamda onun kaderidir. Boşluk bu anlamda görünmezin, görünen üretimi olarak ortaya çıkar. Bu ifade edilemezliğin forma ulaştığı noktada, sanatçı kendi varlığını, cansız nesnelerin sınırlarını, görünmezin görünen üretimi olarak ifşa eder, onlarla mevcudiyet kazanır. Sanatçı bu anlamda form üretirken konuşma talebi ya da tam aksi şekilde kendisiyle konuşma talepsizliğiyle bizi başkasının kaderine ortak etmeye çalışır. Bu anlamda sanatçının gerçeklik katsayısı ve bu ilişkinin gizemli kaderi bir şekilde ‘ortak eser’ karşılaşmasının büyüsüne bağlıdır. Walter Benjamin’in dediği gibi; “Umut bizlere sadece umudu olmayan kişiler için verilmiştir”.