Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un son filmi Roma 14 Aralık’ta gösterime girdi. Haklarını Netflix’in aldığı film, online platformun yanı sıra, bu ay seçili salonlarda da gösterilmeye devam edecek. Uzun süredir merakla beklendiğinden olsa gerek, İzmir Karaca Sineması’nda da bu hafta Roma için gün içinde dört seans bulunuyor.
Cuarón’un, çocukluk anılarından kalma, hafızasında yer eden incelikli detaylarla ilmek ilmek ördüğü Roma’yı muhakkak sinemada görmek gerektiğini öncelikle belirtmek isterim. Siyah beyaz çekilen filmin uzun planlarında yana doğru yavaşça akan kamera izleyiciyi yalnızca yönetmenin kişisel hatıra dehlizlerine değil; bir kadının, bir evin, bir şehrin ve bir ülkenin hikâyesine, gerçek bir görsel şölenin içinden geçirerek götürüyor çünkü. Kısacası, filmin etkileyici estetiğinin hakkını sinemada vermeyi ihmal etmeyin. Nasıl olsa tekrar izlemek isteyecek ve bu durumda Netflix’e geri dönebileceksiniz.
Film bir evin avlusundaki siyah beyaz karolar ve bu karolar üzerinden akan su imgesiyle başlıyor. Bir yandan jenerik de ekrandan akıp giderken, şiirsel bir yolculuğa çıkmak üzere olduğunuzu hissediyorsunuz. Bir sonraki sekansta, büyük evin avlusunda ev işleri yapmakta olan, Mezoamerika yerlilerinin yüz hatlarına sahip genç bir kadınla karşılıyorsunuz. Burası evin hizmetçisi Cleo’nun dünyası ve bu anlatı öncelikle onun hikâyesi. İmgelerle birlikte kelimeler de akmaya başladığında, avlunun parça parça fakat yerinde sabit duran karoları gibi, bu evde yaşayan halkın da bir arada fakat farklı dünyalara ait olduğunu seziyorsunuz. Cleo, evin diğer hizmetçisiyle yalnızken yerli Mixtec dilinde konuşuyor, evin sahipleri ve onların çocuklarıyla ise İspanyolca. Burada filmin ilk ana vurgusu olarak sınıf ayrımının öne çıktığını düşünebiliriz. Fakat yukarıda belirttiğim gibi, anlatının çekirdeğini anlatıcının hafızasının derinliklerindeki malzemeler oluşturuyor. Öte yandan; sınıf, kimlik ve cinsiyet meselelerinin, 70’ler Meksika’sında büyüyen herhangi bir çocuğun kişisel tarihinin ana hatlarını oluşturmasında pek de şaşılacak bir şey yok. Mestizo ideolojisinin yerli halkları hor gördüğü; machismo kültürünün ise kadınları baskıladığı bir toplumsal yapı söz konusu. Evin içerisindeki ve içerisiyle dışarısı arasındaki bölünmüşlük, toplumsal yapıya içkin hiyerarşiyi vurguluyor. Geniş çerçevede, sınıfsal eşitsizliklerin dönemin ruhuyla da harmanlanarak yarattığı çalkalanmalar filmin arka planında çok iyi duruyor.
Sabahın erken saatlerinden ev ahalisi yatıncaya dek geçen süreçte Cleo’nun gündelik hayatının önemli bölümü evde geçiyor. Sevgilisiyle buluşmak, sinemaya gitmek veya alışveriş yapmak için dışarı çıktığında ise kendini erkeğin hakimiyetinde ve hareket halinde bir kaosun içinde buluyor. Bu sahnelerde Cleo çoğunlukla pasif biçimde ve erkeğin şiddet gösterilerine maruz olarak konumlandırılıyor. Bu sırada eril şiddet, Cleo’nun sevgilisinden başlayarak devlet aygıtına değin genişliyor. Örneğin, Cleo’nun, uzun zamandır ziyaret edemediği köyündeki topraklara devlet el koyuyor; Cleo’nun, kendisi gibi yerli kökenli sevgilisi devlet destekli paramiliter grupta Koreli ve Amerikalı eğitmenlerden dövüş sanatı dersleri alıyor. Eril şiddetle devlet şiddetinin bu kesişimini filmin en ikonik sahnelerinden birinde, paramiliter örgütün ateşli silahlarla öğrenci protestolarını dağıtışında ve bu esnada Cleo’nun çocuğu için beşik baktığı kapalı mekânda eli silahlı sevgilisiyle burun buruna gelişinde görüyoruz.
Aile içinde ise şiddet, filmde çok az sahnede gördüğümüz ve fakat görünmezliğiyle iktidar rolünü perçinleyen baba figürüyle ve Noel tatilinde hep birlikte gidilen akraba çiftliğindeki (Latin Amerika usulüyle hacienda), sahnelerde resmediliyor. Çiftlik evinde, patronların verdiği partiden bir alt partiye, hizmetçilerin partisine geçişte, Cleo kendisine uzatılan içkiyi bile içemiyor. Kendi içinde her katman bir anlamda kırılıp dökülürken, karakterlerin birbirlerine dokunma, uzaktan ya da yakından birbirleriyle bağ kurma çabaları da çoğu defa bir bütünlüğe varamıyor. Gizli veya görünmez iktidar ilişkilerinden nasibini doğa ve hayvanlar da alıyor elbette. Çiftlik evinin duvarında boydan boya sergilenen, kafası doldurulmuş onlarca köpek ve av talimlerinin akşamında için için yanmaya başlayan orman imgelerinde olduğu gibi. Cleo’nun patronları hizmetçilerini her ne kadar evin bir üyesi gibi görseler de, ayrıca evin çocukları Cleo’ya mütemadiyen onu ne kadar sevdiklerini gösterseler de; filmin sonunda, babanın temelli gidişini kabullenen aile geleceğe dair umut dolu planlar yaparken, hep birlikte Cleo’nun köyünü de gidip görme fikri havada öylece asılı kalıyor. Aynı esnada, Cleo’nun aileyle birlikte gittiği tatilin dönüşünde yol yorgunluğuyla merdivenleri çıkıp çamaşırları asmaya başlamasıyla ise film son buluyor.
Roma, Cuarón’un çocukluğunu geçirdiği, üst orta sınıf halkın ikame ettiği bölgeye, kendi yaşam tarzlarıyla farklılığından ötürü fakir halkın verdiği isim. Aynı zamanda Roma; çocukların, kadınların, yaşlıların ve köpeklerin edilgenliğinin, yer yer tutsaklığının yönetmenin kusursuz tekniğiyle sembolleştirildiği, tekrar tekrar görülebilecek ve her defasında yeni detayları önümüze serebilecek bir film. Yılın sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, Children of Men ve Gravity gibi, kalbimizde ve tabii sinema tarihinde önemli yere sahip filmlerin yaratıcısı Alfonso Cuarón’un biz sinemaseverlere yeni yıl hediyesi bir başyapıt.