The Away Days’i bilenler biliyor. Hani ilk kez dinleyen çoğu kişinin Türk olduğuna inanmadığı, İstanbul çıkışlı indie rock grubu.
İstanbul’da Babylon, Peyote, Nublu, Ghetto, İKSV Salon ve Hayal Kahvesi gibi mekanlarda sahne alan The Away Days, Glastonbury’den sonra dünyanın en büyük festivallerinden biri olarak görülen South by Southwest’e kabul edilen ilk Türk grubu. The Guardian ve Independent’ta haklarında yayınlanan makalelerin ardından iki haftalık İngiltere turnesine çıkan grup, köklü müzik dergisi NME’e röportaj verdi; yeni çıkış yapan başarılı grupların sahne aldığı festivallerden biri olan The Great Escape’de sahne aldı.
Yıllardır kendi yayınladıkları single’larıyla yetindiğimiz The Away Days, bu kış Pasaj Müzik etiketiyle ilk albümleri Dreamed at Dawn’ı yayınladı. Geçtiğimiz ay İzmir’in yeni performans mekanlarından biri olan İz Performans’ta dinleyicisiyle buluşan grup üyeleriyleri Sezer Koç, Oğuzcan Özden ve Anıl Atik ile evden uzakta geçirdikleri İzmir günlerinin sonunda ressam Meltem Özden ve müzisyen Tolga Uzel‘in atölyesi 21/1 ‘de bir araya geldik. Ve hep beraber…
Ceren: Dün geceden başlayalım. Nasıldı sizin için?
Aycan: Bildiğim kadarıyla ilk kez İzmir’de sahne aldınız…
Sezer: İkinci kez aslında ama bu ilk ‘headline’ şovdu. Kalabalıktı çok ve güzeldi. 150 – 170 kişi vardı herhalde.
Anıl: Benim için ekstra güzeldi. Çünkü İzmirliyim. Burada çocukluk arkadaşlarımı, sevdiğim ve beni koşulsuz destekleyen insanları gördüm. O saf enerjiyi gözlerinde gördüm hepsinin. Sezer: İlk konser olduğu için mi böyle iyi geçti, iki ayda bir gelsek, sürekli bu kadar iyi olur muydu bilmiyorum, göreceğiz.
Meltem: Öyle bir planınız var mı?
Sezer: Buraya daha sık gelmeliyiz. Çünkü dinleyen insanlar var burada. Bunu gördük. Bildiğimiz kadarıyla çalacak mekan sıkıntısı vardı bizim gibi gruplar için. Sayısı artarsa bu mekanların, kitle var gibi.
Anıl: İzmir’de böyle organizasyonlar daha fazla olmaya başladı.
Ceren: Gelen izleyici açısından benim de gördüğüm kendi izleyiciniz oradaydı; şarkılarınızı bilen, eşlik eden…
Tolga: Ben kritik bir soru sorayım. Türkiye’den takip ettiğiniz bir grup var mı?
Sezer: Grup mu? Palmiyeler çok iyi, Jakuzi çok güzel. Sakin çok güzeldi dağılmasaydı. Lansmanda Sakin şarkısı çaldık, çok güzel oldu. Denek Hayatım’ı çalmıştık. Sanki biz söyleyecekmişiz gibi çalmaya başladık sonra şarkının ortasında Onur geldi, sonra alkış kıyamet…
Meltem: Dağıldılar mı? Ben ondan mı bulamadım Youtube’ta?
Sezer: Var albümleri falan.
Meltem: İkarus vardı. Çok seviyordum. İkarus diye aratmıştım.
Sezer: İkarus olarak bulmak çok zor tabii canım.
Meltem: Hatırlamıyorum ki grubun adını, nereden bileyim. Denek Hayatım’ı da sen söyleyince hatırladım.
Ceren: İlk albümünüz bu yıl çıktı. Bu zamana kadar hep single’lar yayınladınız. Bu süreç sizin için nasıl geçti
Sezer: Zor. 2011’de kurulduk, altı yıl geçti. Uzun çalar bir şey gerekiyordu. Girdik ama biz de çok uzattık kayıtları.
Meltem: Nerde yaptınız kayıtları? Sezer: Evde yaptık çoğunu, tabii davulları stüdyoda aldık. Çağan Tunalı’nın stüdyosu var Noisiest, davul ve bası orda aldık, diğer geri kalan her şeyi, gitar, vokal, klavyeyi evde aldık.
Tolga: Yeni bir proje, konsept, hoşlandığınız bir şey üzerine çalışırken, sonuçta sunmak için çalışıyorsunuz. Sunuş noktasına gelene kadar o sevdiğiniz şeyin eskimesi, o anlayışın eskimesi gibi bir endişeniz var mı? Dünya çok hızlı değişiyor. Üç yıl önceki ‘sound’ eski kalıyor. Bu işe para verecek insan güncel bir şey bekliyor karşısında.
Oğuzcan: Ben yeni şeyler yapmaya başladım şimdi mesela, geciktirmemek lazım. İlk çıkardığında iyi hissediyorsun onunla ilgili, ve bir an önce sunman gerekiyor.
Sezer: Mesela bu albüm aslında 3 sene öncesinin albümü. Albümdeki şarkıların en yenisi 2 senelik. 3 sene içinde çok şey değişti. Bu bir öz eleştiri. Biz geç kaldık albümü çıkarmak için.
Can: Hızlı olmalıyız. Çok oyalandık, çok vakit kaybettik. Bazı şeylere gereksiz çok takıldık.
Meltem: Mükemmel olana hizmet ediyorsun ve bu bitmeyecek bir süreç. Bir yerde tatmin olup paylaşmak lazım.
Tolga: Yok yok, keyifli keyifli, güzel. Şeyi sevdim; bir yandan tarzınızda çok bilindik bir durum var ama bir yandan da günceli de yakaladığınızı görüyorum. Beş – on yılın öncesinin sound’u var, belli, ama kendini bugün de dinleten bir yönü var.
Meltem: Günümüzdeki bu değişkenlik de bir şeye işaret ediyor bence.
Sezer: Bunu ne zamandan başlatabiliriz, 80’ler mi 90’lar mı bilmiyorum ama öncesinde bir grup bir ‘tarz’ oturtup elli sene aynı şeyi çalabiliyordu. Şimdi her şey çok hızlı değişiyor.
Meltem: Bence bu kuşak risk almayı daha fazla seviyor. Komfor alanına oturup ben buradan ekmek yerim diye bir şey yok. Kendi sınırları ile uğraşıyor herkes.
Tolga: Üretirken insanlar buna elli sene sonra da baksın diye yaparsan insanlar elli sene sonra da bakıyor. Eğer ben bunu hemen yapayım iki sene sonra eskiyecek diye bakarsan eskiyor. Bu hepimizin düştüğü bir tuzak. Ama yüz yıl sonra dinlenecek bir şey yaparsan yüz sene sonra dinleniyor. Pink Floyd örneğin, zamansız.
Meltem: Onun için geç kalındı demektense iyi demlenen bir şey oldu diye bakmak gerekli belki de. Çıkardığınız işin üzerine yeniden düşünmek için gerekli süreydi bu belki.
Tolga: Ben müzisyen olarak değil dinleyici olarak geldim konserinize. Başta dediniz ya mekan eksikliği var diye, ben de şuna takılıyorum; çalacak yer çok, dinleyici olarak çektiğim en büyük zorluk dinleyecek grup yok. Aşağı kat da (atölyenin alt katı) bir performans mekanı olabiliyor mesela. Arkadaşımızın heykel atölyesi var, müthiş bir performans alanı. Bir kere çalmak için gittik müthiş, vinçler filan, bilim kurgu çağrışımlı bir yer. Ama kim çalacak? Ben iyi müzik duymuyorum, gece hayatından da koptum… Ama sizin bu işi severek yaptığınızı gördüm. İyi müzik yapıyorsunuz. O da dinletiyor. Keyifle dinledim. Bu çok önemli bir şey, çok güzel bir şey. Nadir bir şey yapıyorsunuz, vazgeçmeyin.
Sezer: Sağ ol. Bu pis bir üçgen. Biri olmadığı zaman diğeri olmuyor. Seyirci, mekan, sanatçı. Bu üçgen birbirini iyi ya da kötü besliyor.
Can: İzmir dışarıdan sanatçı getirmeye kapalı sanırım. Çok popüler olan gruplar için zaten sıkıntı yok ama biraz daha alternatif, az popüler olan sanatçıları çıkarmak riskine mekanlar girmiyorlar. Örneğin bizim İzmir’den Spotify’da 3.000 düzenli dinleyicimiz var. Ama neden Apeiron’dan Altay bizi 3 senedir getirmek istiyordu ama bir türlü hiçbir mekanla anlaşamıyordu? İz Performance yeni açılmış ve anlayış olarak açık fikirli oldukları için gelebildik.
Tolga: Bir de mekan ve müzik ilişkisi hayatımızdan koparıldı son yirmi yıldır. Kotçuya girdiğinde çalan müzik biraya otuz TL verdiğin bir gece kulübünde de çalıyor. Oradakinin kafasını şişiriyor diğerini dans ettiriyor. Kötü müzikten örnek verdim ama çok acayip şeyler girdi hayatımıza, müzik bir amaç olmaktan çok araç oldu. İnsanların ‘takıldığı’ ‘buluştuğu’ bir şey oldu.
Sezer: Benim için plakçıdan alıp geldiğim şey daha değerli. Spotify’da açıp dinlediğim şey daha az değerli mesela. Bu hissi yaşamayan bir nesil yetişiyor.
Tolga: İçerideki kasetleri gördün mü?
Ceren: Eskiden ‘walkman’ diye bile bir şey yoktu. Bireysel alanında müzik taşıyabildiğin, yürürken dinleyebildiğin bir şey yoktu. Evde ya da herhangi bir yerde, dinlemek için mekan ile uyumlanıyordun, o zamanı ona ayırıyordun. Ama sonra ‘walkman’ müziği senin zamanının, uğraşının yanında taşıdığın bir ‘şey’ haline dönüştürdü.
Meltem: Ben arkada müzik dinlerken resim yapamıyorum. Hangisine odaklanacağım? Hala oturup müzik dinleyen bir insanım yani.
Oğuzcan: Yine de bana yakın bir gelecekte müzik açısından bir devrim olacakmış gibi geliyor. Teknoloji vs. hızlı değişiyor hayatımızda ama duyduğumuz şey değişmiyordu, o da müzik. 1930’larda da müziği duyuyorduk. Ama o müzik artık ömrünü yavaştan bitiriyor gibi geliyor…