Foto muhabir ve belgesel fotoğrafçısı Mert Çakır, sekiz yıldır İzmir’de yaşıyor ve son beş yıldır mülteci meselesi üzerine kafa yoruyor. Serbest muhabir olarak çalışan Çakır’ın fotoğrafları Uluslararası ajanslarla dünyaya servis ediliyor. Bugüne kadar yurt içi ve yurt dışında çeşitli karma sergilere ve festivallere katılan fotoğrafçı, “Evden Uzak Evler” adındaki ilk kişisel sergisiyle 11 Ocak Cuma günü K2 Rezidans’ta İzmirlilerle buluşuyor. Biz de sergi öncesi Mert Çakır ile “Evden Uzak Evler”, gelecekteki projeleri ve mesleği üzerine sohbet ettik…
“Evden Uzak Evler” ilk kişisel sergin olacak. Böyle bir sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Aslında hiç aklımda yoktu, arkadaşlarım Emre Saygılı ve Safiye Aksu’nun zihnimi açmasıyla ortaya çıktı. Zaten kafamda hazır olan bir proje vardı. Onu tasarlamaya başladım ve seçtiğim fotoğrafları hazırladım. Aslında sanatsal bir çabadan ziyade empati kurmayı amaçlayan bir sergi bu. Her bir çerçevede iki fotoğraf var; soldaki fotoğraf savaş bölgesinden, sağdaki ise şu an yaşanılan bir evden. Nasıl bir ortamda yaşıyor bu insanlar, onun karşılaştırmasını yapıyorum. Serginin birkaç şehri daha gezmesi de planlar dahilinde.
Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Darağaç sergisinde de mültecilerle ilgili bir işle yer almıştın…
Orada biraz daha rastlantısal bir işi göz önüne sermek istedim. Denizden bulduğum mülteci aile albümünden iki çocuğun fotoğrafını sergiledim. Birini duvara diğerini eski bir kepengin üzerine yerleştirdim. Fotoğraflarını ben çekmemiş olsam da bu en sevdiğim proje diyebilirim. Yolculuğum sırasında denk geldiğim buluntu fotoğraflarla yaptığım bir çalışmaydı. Onların yolculuğunu kendi yolculuğumla ilişkilendirerek sergiledim. İsmi “Ara” çünkü arada kalmış bir ailenin hikâyesiydi bu. Son beş yıldır mülteciler üzerine çalışıyorum. Bu süreçteki yolculuğumu özetleyen bu fotoğrafları Çeşme’de bir koyda bulmuştum. Oraya da Güneydoğu’daki savaştan gelmiştim. Benim için çok yorucu bir dönemdi. Çok etkilendim o işten. Sergileniş biçimi de etkileyiciydi çünkü küçük bir fotoğrafı, yani bir detayı büyüterek insanlara göstermekti oradaki amaç.
En çarpıcı ve akılda kalıcı işlerden biriydi Darağaç’taki. Hatta bir süre de orada kalmaya devam etti…
Zaten mevzu onun orada kendi kendine yok olmasıydı, aynı bu fotoğrafların hikayesi gibi. Çünkü bunlar tüm o göç sürecinde kaybolan fotoğraflardı. İlk bulduğumdaki halleriyle şimdiki halleri arasında fark var. Gitgide deforme olup kayboluyorlar. Albüm poşetinde hala deniz tuzu var, bu da fotoğrafları eritiyor ve aslında bu insanların hikâyesini özetliyor. Eriyen ve kaybolan hayatlar gibi…
Mültecilerle ilgili yürüttüğün başka çalışmaların var mı?
Bir süredir üzerinde çalıştığım “Kayıp” adında bir proje daha var, kaybolan bir nesille ilgili. Suriye, Irak, İran ve Pakistan gibi bölgelerden göç eden çocukları fotoğraflıyorum. Bunun için savaş bölgesine gittim, ülkedeki ekonomik koşulları fotoğrafladım. Sonrasında da geçici olarak göç ettikleri ülkelerdeki koşulları, nasıl göç ettiklerini ve nihai olarak varmaya çalıştıkları hallerini fotoğrafladım. Çünkü bu jenerasyon kayıp bir jenerasyon. Bu çocukların ne hale geleceği şu an öngörülemiyor. Çocuk dediğin hayal kurar ama bu çocukların hiçbirinin hayali yok. Ne diyorum mesela senin hayalin? “Yok, hayat bana ne gösterirse onu yaşayacağım” diyor.
Proje hangi aşamada şu an?
Biraz daha Avrupa şehirlerini gezmem gerekiyor çünkü eksiklerim var. Belki yine bir Suriye veya Irak taraflarına gidebilirim. Hayalim bu projenin geniş bir alanda fotoğraflar ve bir kitapla beraber sergilenmesi.
Mülteci meselesine odaklanan başka bir çalışman da 2018’in Nisan ayında Karanlık Oda’dan çıkan “Gurbet” adlı kitap. Biraz bundan bahsedebilir misin?
Tuncay Dersinlioğlu ile beraber mültecilerin genel durumlarını fotoğrafladık ve bunu kitaplaştırdık. Kitap dört ana kategoriden oluşuyor; göç, adaptasyon, barınma ve umut. Mültecilerin Avrupa’ya yaklaşık üç yıllık göç süreçlerini anlatıyor. Kitabın çok olumlu geri dönüşleri oldu. Zaten sergilerin de kitapların da amacı aynı. Biz iki kategoride iş yapıyoruz, biri foto muhabirliği diğeri ise belgesel fotoğrafçılığı. Foto muhabirliği çerezdir, onu hemen yer bitirirsiniz. Fotoğrafınız sadece o gün yayınlanır, o günü bağlar ve sonrasında çöptür. 2000’li yılların başından beri foto muhabirliği yapıyorum. Foto muhabirliğini tercih etmemin sebebi ise belgesel fotoğrafçılığıyla ortak yönlerinin olması. Neler olup bitti ve neler yaşandı, işte dokümantasyon burada önemli, bu kitaplar bu sergiler bu yüzden kıymetli. Foto muhabirliğin avantajıyla hikayeler derlenip toparlanıyor. Dünya da daha kalıcı olması açısından belgesel fotoğrafçılıkta kitaba yöneliyor.
Bildiğimiz kadarıyla bir fotoğraf eğitimi almadın. Herhangi bir kursa dahi katılmadın. Böylesine profesyonel bir fotoğrafçılık kariyeri nasıl gelişti?
Ben hayatımda hiçbir şeyin kursunu almadım. Kurs nasıl bir şey gerçekten bilmiyorum. Kervan yolda düzülür, mottom bu benim. Foto muhabirlik zaten küçüklük hayalimdi. Fotoğraf çekmeye ise lise yıllarında başladım. Kendi kendime sokak fotoğrafları çekiyordum. O aralar bizim mahalleye bir sokak fotoğrafçısı dadanmıştı. Çok küçüktüm, fotoğraflarımı çekiyordu salıncakta sallanırken falan. Çok özeniyordum o adama. Şimdi düşünüyorum da çok boş fotoğraflardı. Asıl hikâyem aslında dağcılık yaptığım dönemde başladı. Fotoğrafçı bir arkadaşımla Muğla’daki Değirmendere kanyonuna gittik. Çok soğuk ve karlı bir gündü. Geri mi dönsek diye düşünüyordum ama arkadaşıma ayıp olacak diye söyleyemiyordum. Meğerse o da aynı şeyi düşünüyormuş. Ve yola devam ettik… Çiçekler buz küpleri şeklinde donmuşlardı, onları çektim. İnanılmaz bir görüntüydü gerçekten… İlk fotoğraflarımdı onlar benim. Bir aydınlanma yaşadım orada. Dönseydim eğer o güzellikteki bir şeyi göremeyecektim. Ondan sonra hep fotoğraf çektim. Aslında fotoğraf çekme eyleminden çok o yolculuk beni etkilemişti.
Peki, foto muhabirliğe ilgin nasıl başladı?
1991 Irak Körfez Savaşı zamanındaki durumdan çok etkilenmiştim. Muğla’da yaşamama rağmen oraya bile füze gelecek korkusu yaşıyorduk. Aslında Saddam’ın ya da Irak’ın bizimle hiçbir derdi yoktu ama bize sürekli bu dayatılıyordu. Sanki her an saldıracakmış gibi evde sığınak çantalarımız hep hazırdı. O dönemde yayınlanan gazete ve dergi fotoğraflarından çok etkileniyordum. Bu lise yıllarında daha da yoğunlaştı.

Fotoğraf: Coşkun Aral
Coşkun Aral’ın Irak’tan kaçan mültecileri çektiği bir kare var. O fotoğraftan çok etkilenmiştim. Yine İrlanda’da çekilen bir fotoğraf var. O dönem IRA örgütü vardı, o bölgeden çok etkileniyordum. Dünyaya karşı merak hissimi uyandırıyordu fotoğraflar…

Fotoğraf: Gilles Perres
Bir röportajında, “Çekilen bir fotoğraf karesiyle belki dünyayı değiştirmiyoruz ama bir insanın hayatını değiştirebiliyoruz” diyorsun…
Bu çok ince bir çizgi. Birine yardım da edebilirsin, onu yerin dibine de sokabilirsin. Bu ayrıma çok dikkat edilmeli. O yüzden foto muhabirlik yaparken olayın içine girmeniz gerekiyor. Robert Capa’nın bir sözü var, “Fotoğrafınız yeterince iyi değilse, olaya yeterince yakın değilsinizdir.” Capa burada aslında iki yakınlık kavramından da bahsediyor. Ben mesela 35 ve 50mm’lik sabit objektifler kullanıyorum. Bu da ne demek, olayın dibinde yani içinde olmak ve ne çekeceğini iyi bilmek gerekiyor. Bir de hırs çok tehlikeli bir şey bizde. En iyi kareyi yakalayacağım diye kapılıp gitmemek gerekiyor. Sınırda yeni dünyaya gelen ve yaşamasından ümit kesilen bir bebeği fotoğraflamıştık. Bu sayede aileye çok fazla yardım ulaştı ve bebek hayatta kalmayı başardı.
Yıllardır savaş bölgelerinde çalışıyorsun ve birçok fotoğraf çekiyorsun. Bunlardan bir kısmı yayınlanıyor, bazıları akıllardan silinmiyor kimisi ise hiç hatırlanmıyor. Bunu neye bağlıyorsun?
Medyada yer alan bir fotoğrafı belirleyen, fotoğraftan çok fotoğraf editörleridir. Fotoğraf editörü fotoğraflara bakar, hangi kareler bölgenin coğrafyası ya da politik durumuna uygunsa onları tercih eder. Fotoğraf editörleri fotoğrafçı değil, işin psikolojik ve sosyolojik tarafına hakim olan görsel okuması iyi insanlardır. Mesela, Aylan bebek fotoğrafında insanların etkilenmesinin sebebinin bebeğin yatış pozisyonu olduğunu düşünüyorum. Çünkü uyuyor gibiydi, kimse aklından çıkaramaz Aylan’ı. Libyalı mülteci çocukların sahile vurduğu kareler ise çok korkunçtu dolayısıyla medyada kimse hatırlamaz onları. Fakat, savaş muhabirlerinin şöyle bir problemi var; batı biraz da oryantalizm sıkıntısıdır. Mesela Steve McCurry’nin Afgan Kızı fotoğrafına bakın, bir de James Nachtwey’in çektiği Afgan bir kadının fotoğrafına. İkisinin arasında dağlar kadar fark var. İkisi de Afgan kadını, ikisi de Afganistan’da çekilmiş. Steve McCurry’nin çektiği o ünlü Afgan Kızı fotoğrafı oryantalizmdir. Böyle buram buram oryantalizm ve romantizm kokar. Ama Nachtwey’in mezarlıkta çektiği bir Afgan kadını yüzünüze tokat gibi iner. Fotoğraf sadece göz, akıl ve kalbin aynı anda odaklanması değil bir yaklaşım meselesidir. Siz dünyaya ve mevzuya nereden bakıyorsunuz bunlarla alakalıdır. Ben mesela çocuk cesedi gördüğümde çocuğun kendisini çekmektense ayağından çıkmış ayakkabıyı fotoğraflamayı tercih ederim. Meslektaşlarımız ertesi gün çok iyi bir yerde yayınlanabilir düşüncesiyle çok acımasız olabiliyorlar bazen.

Fotoğraf: Mert Çakır
Bağımsız çalışıyorsun ve hiçbir zaman kurumsalda çalışmadın. Kolay iş bulabiliyor musun?
Hayır bulamıyorum. Bazen siparişler geliyor bazen de kendiniz kovalıyorsunuz bir işi, oradan bir şey çıkacağını öngörüyorsunuz. Bazen para kazanıyorsunuz, bazen hiçbir şey kazanamıyorsunuz daha da eksiye gidiyorsunuz, yol masrafları vs. Can güvenliği gibi unsurlar var, sonuçta arkanızda bir ajans olmadığı için kurumsal bir destek yok. Biz de bağımsız çalışan arkadaşlarla kendi aramızda birtakım çözümler ürettik. Mesela birbirimizi uydudan takip ediyoruz. Diyelim bir arkadaşım Filistin’e gitti, onu orada nasıl koruyabiliriz, nasıl bağlantılar kurabiliriz ki başına bir şey gelmesin, bunları araştırıyoruz. Riskli iş tabii. Kaçırılmadan tut, yaralanmalar, hedef gösterilmeler…
Sürekli bir yolculuk halindesin ve çok dramatik görüntülere tanık oluyorsun. Bunlarla nasıl baş ediyorsun?
Bir dönem terapi gördüm. Bunun için Türkiye’de size ücretsiz olarak yardım eden kurumlar var. Sınır Tanımayan Gazeteciler ya da Türkiye İnsan Hakları Vakfı size bu konularda yardımcı olabiliyor. Ancak Türkiye’de bu işi yapan insanlar biraz ketum olduğu için çok girmiyorlar bu işe. Benim gelecekteki sağlığım önemli ve bu yüzden dikkat ediyorum bu konuya.

Fotoğraf: Mert Çakır
Çalışmaların hep dokümantasyona mı yönelik yoksa daha farklı işlerin de var mı?
Daha çok belgesel fotoğrafçısı olduğum için hikâyesi olan işleri çekmeyi seviyorum. Mesela “Yahuda’nın Hayaletleri” diye 2010-11 yıllarında yaptığım bir iş var. Manisa Akhisar’da Sefaradlar’dan kalma eski bir ziraat okulu var. Bu okulun terk edilmiş halini gördüm ve fotoğrafladım. Daha sonra bazı araştırmalar sonucunda okulda çekilen eski fotoğrafları buldum ve bu ikisini birleştirdim. Önceden daha çağdaş sanata yönelik işler yaparken sonradan klasiğe döndüm çünkü gerçek daha önemli benim için.
Pekala, bu işe heves eden genç muhabirlere ne söylemek istersin?
Foto muhabirlik sevmeden yapılabilir mi bilmiyorum. Özellikle de savaş bölgelerinde çalışıyorsanız… Kesinlikle dünyayla bir derdiniz olması gerekiyor. Bunu gerçekten istemelisiniz. Motivasyonunuzu ancak o şekilde geliştirebilirsiniz. Yani öyle para kazanayım diye yapılacak bir iş değil…
Kapak Fotoğrafı: Mert Çakır