İzmir’de bağımsız sinema deyince ilk akla gelen isimlerden biri olan, Hezarfen Film Galeri’nin kurucusu ve direktörü Nesim Bencoya, kentte sinema ve kültür adına yaptığı birçok öncü çalışma ile İzmir’i uluslararası platformlarda tanıtmaya devam ediyor. Bu yıl İzmir’de düzenlenecek olan Uluslararası Çok Kısa Filmler Festivali Yarışma Bölümü gösterimlerine Türkiye’de yapılmış çok kısa filmler, ilk kez Fransa merkezli ana yarışmaya Hezarfen Film Galeri tarafından aday gösterilecek. 07-16 Haziran 2019 tarihlerinde, 30 ülke ve 90 şehirde aynı anda seyirciyle buluşan festivalin yarışma bölümünün İzmir gösterimleri öncesi, Bencoya ile sinemaya dair pek çok konunun yanı sıra İzmir’de geçtiğimiz sene ilk kez düzenlenen ve kendisinin direktörlüğünü yaptığı Sefarad Kültür Festivali hakkında sohbet ettik.

Nesim Bencoya
İzmir’de kültür sanat alanındaki en geçerli aktörlerden birisiniz, sizi biraz daha yakından tanımak isteriz.
Çok uzun zaman önce İzmir’de doğdum. Liseyi burada bitirdim, Saint Joseph ve Namık Kemal Lisesi. Daha sonra, yaklaşık 19 yaşında, yurt dışına çıktım ve uzun zaman dönmedim. İsrail’e gittim ve orada yaşamaya başladım. Haifa kentinde Sinematek’in başkanıydım. Sinema orada başladı bende, bir hobi olarak. Bir süre çocuk suçlulara formal olmayan eğitim çalışmaları yürüttüm. Biraz da Fransa, Almanya ve Amerika oldu aralarda. Sonra tekrar İsrail’e dönüp sokak çocuklarıyla uğraşmaya devam ettim. Bir dönem de tutuklularla çalıştım. Hapishanede animasyon filmler izleyip hayattan söz ediyorduk. Hapishanedekiler elbette hayatları zor insanlar. Paraları olsa bile zavallı, miskin bir hayat sürdürüyorlar. Genelde aileleri zor durumda ve aile içi şiddet var. Böyle olunca her film bir yerden birilerine mutlaka dokunuyor. Yani aslında orada bir nevi terapi yapıyorduk.
Üniversitede sosyoloji ve antropoloji okudum. Okumuş olduğum şeylerle ilgili hiçbir şey yapmadım ama bitirdiğim bölümün yaptığım işlere katkısı çok oldu. Sinemayla uğraşmaya başladığımda bana yön verdi. Aslında ben zaten sosyolojik bir tiptim. İşçi sınıfı, köylüler, burjuvazi derken zaten var olan yatkınlığım üzerine sosyolojiye yöneldim.
Sosyal projelerle de uğraşıyordum. Örneğin, Yahudi – Arap Genç Sinemacıları Dayanışma Örgütü’nü kurmuştum. Onun çerçevesinde filmler yapılmıştı. İsrailliler işgal edilmiş topraklarda Filistinlilerle ve Filistinliler de o toprakların dışında ve hatta İsrail’de buluşmalar gerçekleştirdiler, birlikte filmler yaptılar, ev ziyaretlerine gittiler.
Sinemanın özellikle çocuklar üzerinde olumlu etkilerini gözlemledim. Her kesim, milliyet ve dinden gençlerle eğitim programları yapıyorduk, yani aslında sinema üzerinden “eleştirel düşünce” eğitimi yapıyorduk. Çocuklardan bazıları hayatlarında hiç sinemaya gitmemişti ve haliyle orada sinema eleştirisi yapmıyor, Truffaut’dan, Bunuel’den söz etmiyorduk. O etkinliklerde çocuklar bir film yapma sürecini yaşıyor, filmler izliyor ve üzerine sohbet ediyorlardı. Benim hedefim şuydu; genç olsun yaşlı olsun, insanlarda eleştirel düşünceyi geliştirebilmek. Çünkü eğitim sistemi bize bunu vermiyor. Bize şu an hiç hatırlamadığım kimya formülleri, Toros Dağları’nın yüksekliği, doğudan batıya mı kuzeyden güneye mi uzanıyor gibi bilgileri yüklediler… Ve de imtihanlarda buralardan sorular geliyordu. Bence bu bilgiler eleştirel düşünceden çok daha önemsiz çünkü hayatta asıl ihtiyacımız olan şey sorgulayan bireyler olmak.
Yani hep sinema ile uğraştım ve dokuz yıl önce İzmir’e döndüm. Çok şanslıyım, insanın sevdiği bir işi yapması elbette çok güzel.

Hezarfen Film Galeri Bağımsız Türkiye Sinemaları İzmir Buluşmaları
Sizi en çok Hezarfen Film Galeri’den biliyoruz. İzmir’de yıl boyunca birçok etkinlik gerçekleştiriyorsunuz. Bize bu oluşumun nasıl başladığından ve geliştiğinden bahseder misiniz?
İzmir’e döndüğümde, İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali vardı, hala da devam ediyor. Bana festivalin direktörlüğünü yapar mısın, diye sordular. Tabii ki yaparım, dedim. Benim için daha iyi bir şey olabilir miydi? O dönem iki yıl boyunca bu işle uğraştım, hatta İzmir’e ilk defa Cannes Film Festivali’nden yabancı jüri getirdim. Eski ilişkilerim dolayısıyla daha kolay oluyor bazı şeyler. Daha sonra Beyrut’da ve Hong Kong’da bir kaç kez Türkiye Sineması Haftaları’nın direktörlüğünü üstlendim. Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle buradan yönetmenleri ve oyuncuları da aldık gittik. Sonrasında Malatya Film Festivali’nin artistik direktörlüğünü ve Antalya Film Festivali’nin program direktörlüğünü yaptım. Bir noktadan sonra artık kendi festivalimizi yapalım dedik; başımıza buyruk oluruz. Çünkü her festivalin stratejisi, detayları, son sözü söyleyenleri var; şunu yap bunu yapma! Kendimizce bir şeyler yaparız dedik ve hoşumuza gitti bu duygu. Ben aynı anda bir sürü şey yapıyorum zaten ve bu yüzden Hezarfen’in kelime anlamından etkilendik. Çok şeyi yapan, on parmağında on marifet olan gibi bir şey, değil mi? Sonra tabii, uçmak, uçalım falan derken bütün hikaye bize cazip geldi. Artık kendimize Hezarfen adını verelim diyeli beş yıl oldu. Hezarfen Film Galeri’yi kurduk ve Fransız Kültür Merkezi’nde Bağımsız Türkiye Sinemaları İzmir Buluşmaları adıyla çalışmaya başladık. Çünkü aslında durum şuydu; sinemacı arkadaşlarım İstanbul’da film yapıyorlar ancak hiç kimse izlemiyor. E nasıl olacak? Yeni Sinema Hareketi diye bir hareket ortaya çıkmıştı ama sonra ortadan kayboldu. Biz ise beş yıldır devam ediyoruz. Bazen ayda iki, bazen bir defa, ekonomik duruma da bağlı olarak buluşmalar gerçekleştiriyoruz. Bu buluşmalar seviliyor olsa gerek çünkü salon doluyor. Buluşmaları yönetmensiz yapmamaya çalışıyoruz. Tayfun Pirselimoğlu, Vuslat Saraçoğlu, Can Evrenol gibi birçok yönetmen geldi ve İzmir izleyicisiyle sohbet etti. Bu tip fırsatları çok olmadığından bizim izleyicimiz pek tok bir kitle değil. Dolayısıyla soru ve cevap kısımları genelde bir saate kadar uzayabiliyor. Bazen acaba bitirsek mi diye tedirgin oluyorum ama yönetmenlerin de aslında hoşuna gidiyor bu durum çünkü bu da film sürecinin bir diğer ayağı.
Gösterimlerinizde yer alan seçkilerde ne tür kriterleriniz var?
Yönetmen katılımlarıyla gerçekleşen gösterimler tematik değil. Ancak ben iyi sanat çalışmaları istiyorum. Mesela ırkçı bir filmse getirmem. Biri “Yaşasın Naziler” diye bir film yaparsa getirmem. “Kahrolsun Kürtler” derse biri, o filmi göstermem; çok iyi yapılmış olsa bile.

Hezarfen Film Galeri Bağımsız Türkiye Sinemaları İzmir Buluşmaları
Size başvurular geliyor mu peki?
Geliyor tabii. Aslında epey film yapılıyor Türkiye’de. Şimdi, bunu söylemek zor bir şey aslında ama biz belirli bir düzeyin üstünde filmler arıyoruz ve bazı yıllarda böyle filmler az sayıda çıkıyor. Bu durumlarda ben de kendi kriterlerimce seçiyorum. Bazen istediğim bir film mümkün olmuyor çünkü henüz festival sürecini bitirmemiş olabiliyor. Mesela Emin Alper’in filmini alamadım, çok istiyordum ama hala festivalde…
Bu zamana kadar biz yönetmenlere ulaşıyorduk ama artık bu sene onlar: “Ya bizim filmimizi göstersene” diye talep iletmeye başladılar.
Hezarfen Film Galeri adına yurt dışında hangi festivalleri takip ediyorsunuz? Hangilerine Türkiye’den filmler götürüyorsunuz?
Her sene Cannes ve Berlin film festivallerine gidiyorum – bu sene Berlin’i kaçırdım ama Cannes’a gideceğim. Oralarda şöyle şeyler görüyoruz; hem çok sayıda film var hem de dünya profesyonellerinin bir toplanma alanı. Tüm yeni trend’ler ve vizyonlar ile haşır neşir olduğunuz bir yer. Bu arada, Avrupalıların neden sinema alanında gelişmiş olduğunu da çok açık ve basit bir şekilde sokakta görüyorsun. “Generation” adı altında çocuk filmleri programı var. Her gün sabahın dokuzunda upuzun bir kuyruk, minicik çocuklar öğretmenleriyle sinemaya geliyorlar ve yönetmenlerle sohbet ediyorlar. Clermont Ferrand’a da gittim. Dünyanın en önemli kısa film festivali. Orada bir de market var ve zaten biz de market için gitmiştik. “Türkiye’den Kısalar” adında bir stant kurduk ve bir katalog yaptık. Türkiye’den 90 tane kısa filmi bu stant üzerinden takdim ettik. Öncesinde bir duyuru yaptık ve akabinde bize 500 kadar film geldi. Kendimizce bir seçki yaptık mecburen. 90 bile çok yüksek bir sayı aslında ama mümkün olduğunca çok filme şans vermek istedik. Çünkü orada festival programcıları, direktörleri, hatta ve hatta kısa film satış ajanları bile var. Onların filmleri görmelerini istedik, stantta gösterimler yaptık. Genel olarak Türkiye’ye olan ilgiyle kıyaslandığında, uyandırdığımız ilgi hiç fena değildi. İspanya ve Nordik ülkelere çok daha fazla ilgi vardı tabii. Biz yine de lokumlarımızı ikram ettik, güler yüzle insanları karşıladık. Muhabbetli insanlar olduğumuz için de kolay oluyor tabii böyle etkileşimler. Epey insan geldi ve epey de ilgilendiler. Hatta şimdi artık bizden film istemeye başladılar. Biz de yönetmen ve yapımcıların mail adreslerini koyduk ortaya. Böylece direk ilgili şahıslarla bağlantı kurabiliyorlar ve bizim işimiz orada bitiyor. Bizi de cc’ye koyuyorlar, memnun oluyoruz tabii.

Abbas Kiarostami ile Kırmızı Halı’da / Fotoğraf: Morteza Atabaki
Hezarfen Film Galeri, “Short Film Corner” seçkileri de yapıyor. Bu seçkiye başvuru nasıl yapılabilir, seçkiyi kimler belirliyor? Seçkiye giren filmlerin yönetmen ve/veya yapımcıları da festivale katılma şansı elde ediyor mu?
Cannes Film Festivali Short Film Corner’da benim her yıl bir danışmanlık görevim vardır. Orada dünyanın değişik yerlerinden ve Türkiye’den kısacılar ile görüşmeler yaparız, sorular sorarlar ben de cevap veririm. Onları çeşitli yerlere yönlendirmeye çalışırım. Ve tabii bütün dünyada aynı sorun, belki bizde biraz daha fazla; filmime nasıl para bulabilirim? Benim hep dediğim şey, önce bir yapımcı bulunması gerektiği. Yapımcı çok önemli. Bazı yapımcılara cesaret edip sormak lazım. Mesela Danis Tanovic’in “Mayınlı Bölge” diye bir filmi var. Danis Tanovic bir Boşnak, Sırp bir yapımcısı vardı o filmin ve bu filmle Oscar aldılar. Türkiye’den biri de aynı yapımcıya bir kısa film projesinin fikrini sundu. Adam yapımcılığını yapmayı teklif etti. Böyle şeyler gayet olabiliyor.
Bu yıl Cannes’a bizim beş yönetmenimizden üçü gidiyor. Geçen yıl kaç kişi gitmişti hatırlamıyorum. Ondan önceki yıl dört yönetmen gitmişti. Onlar için bu çok önemli ve ben çok tavsiye ediyorum. Yönetmenler filmlerini orada teşhir ediyorlar. Corner’a sadece kısa film akreditasyonu olanlar girebiliyor. Bunların çoğu da festival programcıları, kısa film ya da festival direktörleri, satış ajanları vs. Oturup bütün gün filmleri izliyorlar beş gün boyunca.
Cannes Film Festivali Short Film Corner ile Türkiye’den kısacılar için özel bir program geliştirdik. Bu program kapsamında filmlerimizin katılımı ve akreditasyon için para ödemiyorlar, bu özel bir burs tarafından karşılanıyor.
Aslında fuara götürmek gibi…
Evet. Bu fuarda daha yaşlı insanlar da var kısa film yapan; ruhları genç herhalde. İnsanlar birbirleriyle tanışıyorlar ve filmleri hoşlarına giderse ortak yapımlar bile çıkabiliyor ki bu bambaşka bir dünya açıyor yönetmenlere. “Network” yani.
Bir de Master Class’lar oluyor, çok önemli. Buralara yazılıp katılıyor yönetmenler. Ve bir de partiler var tabii! Bütün bunlar ağı genişletmek için çok iyi oluyor.
Cannes’da bir hafta kalıyorum ve o sürede olabildiğince çok film izlemeye ve ağımı geliştirmeye çalışıyorum. Göremediğimiz filmleri bazen kurduğumuz ilişkiler doğrultusunda yapımcılarından alabiliyoruz. Yani yoğun bir koşturmaca söz konusu. Bazen koştururken hiç kimseyi göremediğim oluyor.
Haziran’da gerçekleşecek Çok Kısa Filmler Festivali ne zamandır faaliyette? Festivalde yer alan seçkiler nasıl ve kimler tarafından belirleniyor?
21 yıldır, dünyanın 30 kadar yerinde aynı dönemde gerçekleşen bir festival. Bu yıl da 07-17 Haziran tarihleri arasında olacak ve üçüncü kez İzmir’de izleyebileceğiz. Biz festivalin yarışma filmleri bölümünü alıyoruz, 50 kadar film var orada. Daha önce hep yabancı filmleri gösteriyorduk ancak bu sene bir yenilik yaptık ve Türkiye’de yapılan dört dakikalık filmleri dahil etmeye karar verdik. Duyurusunu yaptık, filmler de gelmeye başladı. Bu defa gösterimlerin bir kısmını Abacıoğlu Han’da açık havada yapmayı planlıyoruz.
Bir de bizim geçen sene Çeşme’de başlattığımız Tarla Alaçatı Film Festivali var. Dış mekanda sinema sistemi kurduk ve bu yıl Yunanistan – Türkiye ortak yapımı eski bir film olan “Bir Tutam Baharat” ile başladık. Aynı akşam filmden esinlenerek yapılmış bir de menü vardı. Yine burada festival filmlerinden gösterimler olacak.
Kısa Kısa Kemeraltı Kısa Film Yarışması nedir ve böyle bir yarışma yapmaya nasıl karar verdiniz? Ayrıca süreç nasıl işleyecek, biraz anlatır mısınız?
Şu soru beni sürekli meşgul ediyordu; festival oluyor, filmler gösteriliyor, festival bitiyor, peki ya artı değeriniz nerede? Mesela İzfaş’ın yaptığı Sinema Burada festivalini düzenlediğim dönem ilk seferinde bir “pitching” bölümü, sonrakinde de “Work in Progress” bölümü yaptık ki bu yarısı bitmiş işleri destekleme platformudur. Melikşah Altuntaş, Gürcan Keltek, Şefik Güngör jüri oldular.
Bir yandan da Kemeraltı’nda çalışıyorum. Kemeraltı, İzmir’in sahip olduğu en önemli yer, diye düşünüyorum. İki hafta önce Gürcistan’daydım, “Old Town” a gittim. Gürcistan küçücük bir ülke, 4,5 – 5 milyon bir nüfusu var. Old Town’da otuz binayı aynı anda restore ediyorlardı. Biz hayırdır, ne oluyor deyince, dediler ki, turizm. Ben de aynı şeyi yıllardır burada düşünüyorum. Çünkü Kemeraltı da aslında bizim Old Town’umuz. Tabii bir de diğer yandan sinema var. Hep kendimi sorgularım; burada sinema üretimini nasıl çoğaltabiliriz, dilini nasıl geliştirebiliriz, diye. Çünkü dünya piyasasına bizim de çok iyi işlerimiz çıkıyor ama az sayıda. Bunu nasıl geliştirebiliriz diye düşünürken, bir yarışma yaparız, o yarışmada hem sinemayı hem de Kemeraltı’nı merkeze alırız, diye bir fikir oluştu. 30 Ekim’e kadar başvuru süreci devam ediyor. Umarım oradan iyi işler çıkar ve üretilen filmlerle festivallere gideriz. Geçenlerde bir keşif gezisi yaptık Kemeraltı’nda, başvuru yapmayı düşünen yirmi kişiyle. Oldukça da meraklı bir ekipti. Çoğu zaten kısa film ile uğraşan insanlar.
Yarışmada konu önemli değil, ben Kemeraltı’nı istiyorum, onun merkezde olmasını istiyorum ama şunu da söyledim zaten, lütfen tanıtım filmi yapmayın çünkü biz tanıtım filmi değil kısa film istiyoruz. Amaç; filmin üçte biri orada geçsin, film 20 dakikayı geçmesin, filmciler Kemeraltı’ndaki lokasyon potansiyelini görsünler, kullansınlar. Çünkü orada her şey var.
Sizce İzmir, sinema üretiminde Türkiye’nin neresinde duruyor?
İzmir sinema üretim merkezi olmaktan çok uzak. Türkiye’de, İstanbul dışındaki her yer bundan çok uzak. İstanbul’daki Yapım Lab ile bir işbirliğimiz var. Yapım Lab ile birlikte üretime, üretimin iyileştirilmesine yönelik çalışmalar yapıyoruz.
Şimdi Tunç Soyer bu konuda yatırım yapacağından bahsediyor, biliyorsunuz; Plato’ları çoğaltmak ya da pazarlamasını yapmak gibi.
Öyle bir şey olursa işler değişir mi sizce?
Bunun analizini çok iyi yapmak lazım. Bakın Antalya’da Plato yaptılar, iş yapmadı. Niye İzmir mesela, onu çok iyi kurgulamak lazım. Ben daha çok İzmir’de üretimin artırılmasına yönelik fikirler üzerinde yoğunlaşıyorum. Mesela, Kısa Kısa Kemeraltı bu amaca hizmet ediyor.
Sinema konusunu kapatmadan evvel son olarak, Hezaren Film Galeri’nin düzenlediği atölyeleri biraz anlatır mısınız?
Yapımcılık atölyeleri yaptık. Son dönemlerde fotoğrafçılık ve sinemayla uğraşan çok insan var. Herkes kendini ifade etmek istiyor bir şekilde. Sinemacıların, özellikle de genç, henüz ilk uzun metrajını yapmamış ve daha ilk kısa filmlerini yapan sinemacıların yapımcılıkla ilgili çok sorusu var. Çünkü normal olarak piyasayı henüz tanımıyorlar. Piyasayı tanısalar bile yapımcılık kendi başına bir meslek. Zaten bu yüzden yapımcı ve yönetmen ayrımı var, kimisi kendi yapımcılığını da kendi yapıyor tabii. Piyasada ipleri kimin çektiğini, fonların nerede olduğunu bilmek gerekiyor. Hatta ve hatta senaryo aşamasında bile yapımcı gerek, çünkü yapımcı dediğiniz filmin kreatif ekibinin bir parçasıdır; sadece gidip parayı bulan değildir. Tretmanı da okur, senaryoyu da okur, filmin her aşamasına katkı sağlar. Onun dışında bütün catering’inden tutun, setle ilgili detaylar, uluslararası organizasyonlarda ortak yapımcılık konuları vs. bütün bunları yapan yapımcıdır. İyi bir yapımcınız varsa işler çok daha kolay ve tabii iyi filmler yapmak da.

Sefarad Kültür Festivali
Geçtiğimiz yıl İzmir’de ilk kez bir Sefarad Kültürü Festivali düzenlendi. İzmir’deki Musevi cemaati, festivalin nasıl gerçekleştiği ve geri dönüşleri hakkında biraz bilgi verir misiniz? Ayrıca tüm bu meselelerde Nesim Bencoya’nın rolü nedir?
Üç – dört yıl önce Avrupa’ya bir geziye gitmiştik. Sinongları ve Yahudi müzelerini gezerken buradaki turistik potansiyeli gördüm. İnsanlar içeri girmek için mekanların önünde kuyrukta bekliyorlar ve müthiş bir gelir elde ediliyor. O zaman Sema Pektaş belediye başkanıydı. Döner dönmez Sema Hanım’a böyle bir gezi yapmaya ne dersiniz, diye sordum. Düşündü ve kabul etti. Büyükşehir Belediyesi’nden de iki kişi geldi. Ben de buradan İzmir Musevi Cemaati Başkanı’nı aldım. Bir de yurt dışından bir temsilci vardı, hep beraber çıktık yola. Önce Prag’a gittik. Elbette herkes çok etkilendi gördüklerinden çünkü bir bakıyorsun bizim burada dokuz sinagogun yer aldığı müthiş bir alanımız var. Orada ise dört tane sinagoga yılda 700.000 kişi giriyor. Bu kadar kişi günde 2000 kişi ediyor ortalama. Yani, demek oluyor ki orada devamlı bir kuyruk var. Kente olan katkılarını düşünün! Prag’da iki gün kaldıktan sonra Krakow’a geçtik. Krakow’da o sıra Yahudi Kültür Festivali diye bir festival vardı. 25 yıldır devam eden, bir haftalık bir festival ve Avrupa’dan ve dünyadan 100.000 kadar insan katılıyor. Sonra Sema Pektaş; Nesim, dedi, biz de böyle bir şey yapamaz mıyız? Bu zaten benim kafamda işliyordu, gelenekler vs. Çünkü bir zamanlar Yahudilerin bayramları, İkiçeşmelik’te yaşıyorlardı onlar, sokaklarda kutlanırmış. Millet İzmir’in her tarafından gelip görürmüş. Neyse, döndük buraya, üzerinden bir – iki sene geçti. Ben hep bu fikirle dolaşıyordum ama birtakım hassasiyet mevzuları yüzünden süreç uzuyordu. Çekinceler devam ederken bir gün dedim ki, arkadaşlar korkunun ecele faydası yok, yapıyoruz bu festivali! O dönem yeni bir Musevi Cemaati başkanı geldi, Sami Azar. Çok açık fikirli bir insan. Tam da Hanuka Bayramı zamanıydı ve bayramı insanlar bizimle beraber yaşasınlar istedik. Fotoğrafları, töreni görsünler, müziği dinlesinler, yemeklerden yesinler, hep beraber kutlayalım, dedik. Çok da güzel geçti. Birçok insan merak ediyormuş meğerse, çok kalabalık oldu ve hepimiz çok keyif aldık.
Festival iki gün sürdü. Peki, bu iki günde neler yaptınız?
İlk akşam temsili bir Hanuka Töreni yaptık ve sonrasında bir konser verdik. Hemen yandaki sinagogta ise TRT Klasik Türk Müziği Sanatçıları Kemeraltılı bir Yahudi bestekarın eserlerini, Rakıp Erkutlu’nun eserleriyle birlikte çaldılar. Ertesi sabah sinagoglar turu yaptık. Kemeraltı’nda Pazar sabahı, hiç kimse yok, yağmur ve biz varız. İşin güzel tarafı Yahudi cemaatinden çok az kişi vardı, daha çok şehirden merak eden insanlar gelmişti. Bir de 1930’lara kadar olan fotoğrafların yer aldığı “Bellek” adında bir sergi vardı. Sara Pardo’nun Yahudilik ve gelenekler üzerine bir konuşması ve Rachel Meseri’nin “Türkiye’de Yahudi Olmak” adlı kitabı üzerine bir söyleşi oldu. Ondan sonra da yemek atölyesi vardı. Ancak çok izdiham oldu, dolayısıyla bir sonrakinde rezervasyonla alacağız mecburen.
Şimdi bu yıl 26-30 Aralık’ta ikincisini de yapacağız. Bu yıl daha düzenli ve organize olacağız çünkü belli ki insanların ilgisini çekiyor. Bir defa, yine bayram zamanı olacak ancak daha uzun sürecek. Bu yıl İstanbul’dan bir Yahudi Tasavvuf Müziği Korosu getireceğim. Yine bir başka İzmirli müzik üstadının, Rakım Elkutlu’nun öğretmeni olan Santo Şikiar hocanın konseri olacak. Daha tabii birçok şey olacak ama henüz kesin olmayan detayları şimdi söylemeyelim, sürpriz olsun. Renkli güzel bir festival olacak diyelim.
İzmir Musevi Cemaati Vakfı ile İzmir Kalkınma Ajansı’nın birlikte restorasyona soktuğu bazı tarihi yapılar/sinegoglar var. İzmir’deki hangi yapılar bu kapsamda yenileniyor ve sonrasında bunlar halka nasıl sunulacak?
Kemeraltı dediğim gibi, Türkiye’nin en önemli turistik noktalarından biri, en azından potansiyeli çok yüksek. Sinagoglar bölgesi de Kemeraltı’nın çok önemli bir parçası. Oranın özel yapısı ve orada olmuş olan olayların özelliği İzmir’i çok özel bir yere taşıyor. Bu yüzden biz de bu bölgede restorasyonlar yapmak ve burayı bir turistik ziyaret merkezi haline getirebilmek istiyoruz. Bunu İzmir Büyükşehir Belediyesi, TARKEM gibi kuruluşlarla birlikte yapıyoruz, böyle bir platform var. Bunu gerçekleştirmek için yaptıklarımızdan biri, yapıların iyileştirilmesi ve restorasyonu ki İZKA’dan son dönemde bunun için destek aldık ve Etz Hayim Sinagogu’nun restorasyonu başladı. Bu önemli bir sinagog çünkü İzmir Osmanlı tarafından fethedildiğinde, bu bölge gâvur İzmir, aşağı İzmir olduğu için bir camii yokmuş ve Müslüman askerler bu sinagogda ibadet etmişler. Çünkü İslam’a göre Müslümanlar sinagogta ibadet edebilir. Bunu bir yazıdan öğreniyoruz.
Onun dışında hali hazırda restorasyonları için başvuru yaptığımız yıkık sinagoglar var. Bu süreçle beraber bir turizm hareketi başladı bile. Gürcistan ziyaretim sırasında İzmir Sinagoglar Rotası’nı bir kuruluşun rotasına dahil edebildik. Bu kuruluş da Avrupa Konseyi’nin himayesinde çalışan bir kuruluş. Bu sayede bölgeyi dünyada daha iyi tanıtma ve buraya insan getirme imkanımız olacak.
Kapak Görseli: Morteza Atabaki