“Los desastres de esta guerra” is more than an exhibition — it is a piercing, painful statement on the nature of violence that infiltrates every layer of society, from the intimacy of home to the machinery of the state. Peruvian artist Ale Wendorff, in collaboration with curator Darico Hasaya — an artist and curator working across Istanbul, London, and other international contexts — presents a raw, feminist gaze on war: global, timeless, and deeply personal.
Part of the broader artistic initiative Feminine Manifestos, which gathers 44 women artists from six countries, the exhibition opened in Lima between two powerful dates — February 24 (the anniversary of Russia’s full-scale invasion of Ukraine) and March 8 (International Women’s Day). These dates frame the project’s thematic core: female vulnerability, strength, memory, and resistance.
“Bu Savaşın Felaketleri” bir sergiden çok daha fazlası; evin mahremiyetinden devlet mekanizmasına kadar toplumun her katmanına sızan şiddetin doğasına dair keskin ve acı dolu bir ifade. Perulu sanatçı Ale Wendorff, İstanbul, Londra ve diğer uluslararası bağlamlarda çalışan bir sanatçı ve küratör olan küratör Darico Hasaya ile iş birliği içinde, savaşa küresel, zamansız ve son derece kişisel, ham ve feminist bir bakış sunuyor.
Altı ülkeden 44 kadın sanatçıyı bir araya getiren daha geniş kapsamlı sanatsal girişim Kadınlık Manifestosu’nun bir parçası olan sergi, Lima’da iki önemli tarihte açıldı: 24 Şubat (Rusya’nın Ukrayna’yı tam ölçekli işgalinin yıldönümü) ve 8 Mart (Dünya Kadınlar Günü). Bu tarihler, projenin tematik özünü oluşturuyor: kadınların kırılganlığı, gücü, hafızası ve direnişi.
Known for her monumental and emotionally charged murals, Ale Wendorff explores violence as a systemic mechanism of oppression that begins within families, spreads through institutions, and culminates in war. In this interview, she opens up about the personal descent that shaped the project, the symbolism behind her artistic choices, and the ways art can become a space not only for trauma expression but for collective questioning and rupture.
For this issue, we spoke with Ale and asked her about the personal descent that shaped the project, the symbolism behind her artistic choices, and how she sees art as a space for both expression and confrontation.
Anıtsal ve duygu yüklü duvar resimleriyle tanınan Ale Wendorff, şiddeti aile içinde başlayan, kurumlara yayılan ve savaşla doruğa ulaşan sistematik bir baskı mekanizması olarak ele alıyor. Bu röportajda, projeyi şekillendiren kişisel kökeni, sanatsal tercihlerinin ardındaki sembolizmi ve sanatın yalnızca travmaların ifadesi için değil, aynı zamanda kolektif sorgulama ve kopuş için de bir alan haline gelmesinin yollarını anlatıyor.
Bu sayımızda Ale ile konuştuk ve projeyi şekillendiren kişisel kökeni, sanatsal tercihlerinin ardındaki sembolizmi ve sanatı hem ifade hem de yüzleşme için bir alan olarak nasıl gördüğünü sorduk.
How did the idea for this project come about? Was there a specific moment or event that prompted you to create it?
This work was born from a descent.
A dark passage where power disguises itself as legitimacy, and misogyny hides in routine. A personal experience revealed to me the cold gears of a soulless system — where contempt for life becomes the norm, and submission, an expectation.
It is not a denunciation. It is a trace.
A visceral response to dehumanization.
An act of remembrance.
When morality is absent, art emerges to ask uncomfortable questions. To open cracks in the walls of silence.
This exhibition is the echo of a nightmare — but also, the beginning of a new gaze.
Bu proje fikri nasıl ortaya çıktı? Sizi onu yaratmaya iten belirli bir an veya olay var mıydı?
Bu eser bir inişten doğdu.
Gücün meşruiyet kisvesine büründüğü, kadın düşmanlığının rutinin içinde saklandığı karanlık bir geçit. Kişisel bir deneyim bana ruhsuz bir sistemin soğuk çarklarını gösterdi; hayata karşı küçümsemenin norm, boyun eğmenin ise bir beklenti haline geldiği bir sistem.
Bu bir kınama değil. Bir iz.
İnsanlıktan çıkarılmaya karşı içgüdüsel bir tepki.
Bir hatırlama eylemi.
Ahlak olmadığında, sanat rahatsız edici sorular sormak için ortaya çıkar. Sessizlik duvarlarında çatlaklar açmak için.
Bu sergi bir kabusun yankısı, ama aynı zamanda yeni bir bakışın başlangıcı.
The title of the exhibition references Francisco de Goya’s series of etchings. In what way did his work influence your interpretation of war and violence?
Goya is, without a doubt, the artist who inspires me the most. Because of his clarity, courage, and ability to look directly at what others prefer to avoid.
During my own creative process, as I observed the images that emerged from me, I recognized that they were speaking of the disasters of my own war.
Serginin başlığı, Francisco de Goya’nın gravür serisine gönderme yapıyor. Eserleri savaş ve şiddet yorumunuzu nasıl etkiledi?
Goya, şüphesiz bana en çok ilham veren sanatçı. Çünkü berraklığı, cesareti ve başkalarının kaçınmayı tercih ettiği şeylere doğrudan bakabilme yeteneği sayesinde.
Kendi yaratım sürecim sırasında, içimden çıkan görüntüleri incelerken, bunların kendi savaşımın felaketlerinden bahsettiğini fark ettim.
You approach war not only as a military conflict but also as a social phenomenon. In your opinion, how are the mechanisms of violence propagated in society, from the family to the State?
War does not begin with weapons. It starts earlier.
In the way we are taught to stay silent. In rewarded obedience.
In supervised recesses. In the “that’s just the way things are.”
Our entire lives are crossed by that silent war.
There are no bombs, but there are commands.
No trenches, but desks.
No soldiers, but bodies that learn to shrink or hurt themselves in order to survive.
Repression doesn’t arrive suddenly. It is instilled. Normalized. Inherited.
Power seeps into everything. Disguises itself as care. It infiltrates relationships and twists them.
And when the final image finally appears — the raw reality — it becomes hard to look at.
We turn away. Because the image in that mirror includes us.
This work is an attempt to hold that gaze. Not to lower our eyes.
Savaşa yalnızca askeri bir çatışma olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir olgu olarak da yaklaşıyorsunuz. Sizce toplumda şiddet mekanizmaları aileden devlete nasıl yayılıyor?
Savaş silahlarla başlamaz. Daha erken başlar.
Bize sessiz kalmamız öğretildiği şekilde. Ödüllendirilmiş itaatle.
Denetimli teneffüslerde. “İşler böyle işte”de.
Tüm hayatımız o sessiz savaşla kesişir.
Bombalar yok, ama emirler var.
Siperler yok, ama sıralar var.
Askerler yok, ama hayatta kalmak için küçülmeyi veya kendilerini incitmeyi öğrenen bedenler var.
Baskı aniden gelmez. Aşılanır. Normalleştirilir. Miras alınır.
Güç her şeye sızar. Kendini ilgi kılığına sokar. İlişkilere sızar ve onları çarpıtır.
Ve son görüntü -ham gerçeklik- nihayet ortaya çıktığında, bakmak zorlaşır.
Başımızı çeviririz. Çünkü o aynadaki görüntü bizi de kapsar.
Bu eser, o bakışı yakalama çabasıdır. Gözlerimizi indirme çabası değil.
Which piece in this exhibition is the most personally significant to you, and why?
The mural Lárgate was born from a personal experience of exclusion that shaped the way I understand these dynamics. Through this work, I reflect on how symbolic violence — when left unrecognized and unchecked — leaves people even more vulnerable to more serious forms of violence.
This piece seeks to open a conversation about how structures of rejection aim to silence, weaken, or discipline inconvenient presences.
The mural Facho en el clóset is based on the observation that, in deeply patriarchal societies, the repression of homosexuality can feed misogyny.
The lack of freedom to explore sexuality generates frustrations that, in many cases, are channeled through disdain or violence toward the feminine.
The work presents this tension as a symptom of systems that deny both desire and diversity.
Bu sergideki hangi eser sizin için kişisel olarak en önemli ve neden?
Lárgate duvar resmi, bu dinamikleri anlama biçimimi şekillendiren kişisel bir dışlanma deneyiminden doğdu. Bu çalışma aracılığıyla, sembolik şiddetin – tanınmadığında ve kontrol edilmediğinde – insanları daha ciddi şiddet biçimlerine karşı nasıl daha savunmasız bıraktığını düşünüyorum.
Bu çalışma, reddetme yapılarının rahatsız edici varlıkları nasıl susturmayı, zayıflatmayı veya disipline etmeyi amaçladığı hakkında bir sohbet başlatmayı amaçlıyor.
Facho en el clóset duvar resmi, derinden ataerkil toplumlarda eşcinselliğin bastırılmasının kadın düşmanlığını besleyebileceği gözlemine dayanıyor.
Cinselliği keşfetme özgürlüğünün olmaması, çoğu durumda kadınsı olana yönelik küçümseme veya şiddet yoluyla yönlendirilen hayal kırıklıklarına yol açıyor.
Çalışma, bu gerilimi hem arzuyu hem de çeşitliliği reddeden sistemlerin bir belirtisi olarak sunuyor.
In your reinterpretation of religious images, such as the Pietà, we perceive a radical critique of power. What is your view on the role of religion in legitimizing violence?
I’m interested in the Pope as a symbol — a representation of the divine embodied on Earth and cloaked in unquestionable authority.
Throughout history, this figure has been used to justify the unjustifiable. I’m not speaking of the individual, but of the structure: the one that grants impunity to anyone who presents themselves as a moral guide.
That same vestment can take many forms: a judge, a soldier, a political leader, an abusive boss, or even a supposed defender of the common good.
Any of them, when cloaked in imposed morality, can enact violence with clean hands.
From a personal reading, I’m disturbed by this double morality: the devout one who takes communion on Sundays and abuses during the week.
Who prays aloud and humiliates in whispers.
This contradiction is not the exception — it is the symptom.
Pietà gibi dini imgeleri yeniden yorumladığınızda, iktidara yönelik radikal bir eleştiri algılıyoruz. Dinin şiddeti meşrulaştırmadaki rolü hakkındaki görüşünüz nedir?
Papa’yı bir sembol olarak, yeryüzünde cisimleşmiş ve sorgulanamaz bir otoriteyle örtülü ilahi olanın bir temsili olarak görüyorum.
Tarih boyunca bu figür, meşrulaştırılamaz olanı meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Bireyden değil, yapıdan bahsediyorum: Kendini ahlaki bir rehber olarak sunan herkese dokunulmazlık tanıyan yapıdan.
Aynı kisve birçok biçim alabilir: bir yargıç, bir asker, bir siyasi lider, tacizci bir patron veya hatta kamu yararının sözde savunucusu.
Bunlardan herhangi biri, dayatılan bir ahlak kisvesi altında, temiz ellerle şiddet uygulayabilir.
Kişisel bir okumadan, bu çifte ahlaktan rahatsız oluyorum: Pazar günleri cemaat olan dindar kişi ve hafta boyunca tacizde bulunan kişi.
Yüksek sesle dua eden ve fısıltıyla alçakgönüllülük gösteren.
Bu çelişki bir istisna değil, semptomdur.
About technique and the artistic process:
Why did you choose red as the dominant color in this series? What emotions or associations do you hope to evoke in the viewer?
Red represents rage — and that’s what the experiences depicted evoked in me: frustration, re-victimization, impunity. These things provoke anger.
Upon entering the room, the red and the way the color is applied can create uncomfortable sensations.
It is an obvious representation of blood — the violence I endured is soaked in my blood.
Teknik ve sanatsal süreç hakkında:
Bu seride baskın renk olarak neden kırmızıyı seçtiniz? İzleyicide hangi duyguları veya çağrışımları uyandırmayı umuyorsunuz?
Kırmızı öfkeyi temsil eder ve tasvir edilen deneyimler bende aynı şeyi uyandırdı: hayal kırıklığı, yeniden mağduriyet, cezasızlık. Bunlar öfkeyi tetikler.
Odaya girdiğinizde, kırmızı ve rengin uygulanış biçimi rahatsız edici hisler yaratabilir.
Bu, kanın bariz bir temsilidir; katlandığım şiddet kanıma işlemiş.
What role does working with space play in your creative process? Why was it important to create murals instead of, say, canvases?
The mural offered me a body without borders — a space where gesture could unfold without being contained by format.
Painting at that scale was like screaming with my whole body: there was no need for precision, only impulse, release, and overflow.
I was also drawn to the ephemeral nature of the mural, which by definition is doomed to disappear.
It’s not protected behind glass, nor stored in collections — it’s exposed to time, to weather, to forgetting.
In that fragility, I find an echo of my deepest desire: that the images born from pain do not become permanent.
Mekânla çalışmanın yaratıcı sürecinizde nasıl bir rolü var? Örneğin tuvaller yerine duvar resimleri yaratmak neden önemliydi?
Duvar resmi bana sınırları olmayan bir beden sundu; jestlerin biçime bağlı kalmadan ortaya çıkabileceği bir alan.
Bu ölçekte resim yapmak, tüm bedenimle çığlık atmak gibiydi: kesinliğe gerek yoktu, sadece dürtü, rahatlama ve taşma vardı.
Ayrıca, tanımı gereği yok olmaya mahkûm olan duvar resminin geçici doğasına da kapıldım.
Cam arkasında korunmuyor veya koleksiyonlarda saklanmıyor; zamana, hava koşullarına, unutulmaya maruz kalıyor.
Bu kırılganlıkta, en derin arzumun bir yankısını buluyorum: acıdan doğan imgelerin kalıcı olmaması.
What techniques and materials did you use in this exhibition, and how do they relate to your concept?
When they gave me the blank space, I began by throwing rags soaked in paint against the walls with all my strength — buckets of red paint.
I wanted the murals to convey violence not only conceptually but through the materials themselves.
I also wanted to give my body the opportunity to release the emotions lived — in a safe space.
Bu sergide hangi teknikleri ve malzemeleri kullandınız ve bunlar konseptinizle nasıl bir ilişki kuruyor?
Bana boş alanı verdiklerinde, tüm gücümle duvarlara boyaya batırılmış bezler – kovalarca kırmızı boya – fırlatmaya başladım.
Duvar resimlerinin şiddeti sadece kavramsal olarak değil, malzemelerin kendisi aracılığıyla da aktarmasını istedim.
Ayrıca bedenime, yaşadığı duyguları güvenli bir alanda serbest bırakma fırsatı vermek istedim.
Is your art a form of personal therapy, or more a tool for involving society in the conversation?
It is, at the same time, a catharsis and a way of shared thinking.
An opening to dialogue through images.
They say “talking helps people understand each other,” but in territories marked by pain, conflict, or injustice, dialogue rarely happens.
Silence becomes the norm. The unnamable takes root.
In response, the act of showing — of making visible what is uncomfortable — brings to light what is usually hidden.
These images don’t propose answers, but they insist on a question:
What do we do with what hurts us all, but no one wants to see?
Sanatınız kişisel bir terapi biçimi mi, yoksa toplumu sohbete dahil etmenin bir aracı mı?
Aynı zamanda bir arınma ve ortak düşünme biçimi.
Görsellerle diyaloğa bir açılım.
“Konuşmak insanların birbirini anlamasına yardımcı olur” derler, ancak acı, çatışma veya adaletsizlikle dolu bölgelerde diyalog nadiren gerçekleşir.
Sessizlik norm haline gelir. Adlandırılamayan kök salar.
Buna karşılık, gösterme eylemi -rahatsız edici olanı görünür kılma eylemi- genellikle gizli olanı gün yüzüne çıkarır.
Bu görseller bir cevap önermez, ancak şu soruyu ısrarla sorar:
Hepimizi inciten ama kimsenin görmek istemediği şeylerle ne yapacağız?
You address complex and painful subjects related to violence and war. How has working on this project affected you personally?
It’s hard and makes me sensitive — but above all, it’s liberating.
To release images stuck in the body and memory.
Şiddet ve savaşla ilgili karmaşık ve acı verici konuları ele alıyorsunuz. Bu proje üzerinde çalışmak sizi kişisel olarak nasıl etkiledi?
Zor ve beni hassaslaştırıyor – ama her şeyden önce özgürleştirici.
Bedende ve hafızada sıkışıp kalmış imgelerden kurtulmak.
Have you faced resistance or censorship regarding this exhibition? If so, how have you responded?
One of the most subtle — and violent — forms of machismo operates without confrontation.
When you say something real, clear, and intelligent, a nearly automatic mechanism is deployed — one that pretends nothing was said at all.
There is no argument, no explicit disagreement. Just a calculated omission that erases thought the very moment it appears.
It’s a form of control that doesn’t need arguments — because it denies your very right to exist in the discourse.
Bu sergiyle ilgili olarak herhangi bir direniş veya sansürle karşılaştınız mı? Karşılaştıysanız, nasıl tepki verdiniz?
Maçoluğun en incelikli ve şiddetli biçimlerinden biri, çatışma olmadan işler.
Gerçek, açık ve zekice bir şey söylediğinizde, neredeyse otomatik bir mekanizma devreye girer; hiçbir şey söylenmemiş gibi davranır.
Tartışma yoktur, açık bir anlaşmazlık yoktur. Sadece düşünceyi ortaya çıktığı anda silen hesaplanmış bir ihmal.
Bu, tartışmaya ihtiyaç duymayan bir kontrol biçimidir; çünkü söylemde var olma hakkınızı reddeder.
“Los desastres de esta guerra” is not just a visual experience — it is a space where the personal and the political become inseparable. Ale Wendorff’s works do not offer closure; they leave the wounds open, inviting each viewer to feel, remember, and reflect. This is an act of witnessing and resistance, where art does not soothe but challenges.
And in that challenge lies a possibility: to see violence not as something distant or abstract, but as part of a system that can — and must — be exposed. And therefore, transformed.
“Bu Savaşın Felaketleri” yalnızca görsel bir deneyim değil; kişisel ve politik olanın ayrılmaz hale geldiği bir alandır. Ale Wendorff’un eserleri bir kapanış sunmaz; yaraları açık bırakır, her izleyiciyi hissetmeye, hatırlamaya ve düşünmeye davet eder. Bu, sanatın yatıştırmadığı, aksine meydan okuduğu bir tanıklık ve direniş eylemidir.
Ve bu meydan okumada bir olasılık yatıyor: Şiddeti uzak veya soyut bir şey olarak değil, açığa çıkarılabilecek ve dolayısıyla dönüştürülebilecek bir sistemin parçası olarak görmek.