30 yılı aşan kariyerinde “Eklektik Kelt” müziğiyle dünya çapında 15 milyona yakın albüm satan ve “müzikli seyahat yazarı” olarak anılan Kanadalı şarkıcı ve besteci Loreena McKennitt, İzmir, Ankara ve İstanbul’da hayranlarıyla buluştu. 2018 yılında yayınladığı “Lost Souls” (Kayıp Ruhlar) albümünün dünya turnesi kapsamında ülkemize gelen sanatçı ile 29 Haziran’da Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda verdiği  İzmir Konseri öncesi bir söyleşi yapma fırsatı bulduk ve merak ettiğimiz soruları kendisine yönelttik.

Türkiye’ye uzun bir aranın ardından geliyorsunuz. Neden sizi daha sık dinleyemiyoruz? 

İnsanın hayatta kariyeri ya da mesleği dışında üstlendiği farklı roller de oluyor. İnsan bu rollerini de iyi yönetmeli ki şöhretin tuzağına düşmesin. Evet, müzik benim hayatımın büyük bir kısmını kaplıyor ama tamamı değil. Örneğin yaşadığım yerin yakınında Stratford, Ontario’a bir aile merkezim var, işletmesini ben sürdürüyorum. Orada çocuklara ve ailelere yönelik çalışmalar yapıyoruz. Bunun dışında çevreye, iklim değişikliğine yönelik de projelerim var. Müzik çalışmalarımla birlikte bunların tamamının idaresini kendim üstleniyorum. Dolayısıyla her şeyi dengeye ve düzene oturtuncaya kadar böyle aralar vermek durumunda kalabiliyorum. Ama Türkiye’yi çok özledim. İstanbul, Ankara ve İzmir’deki konserlerimi ben de heyecanla bekliyorum.

Türkiye ve Türk müziği hakkındaki düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Tanıdığınız Türk müzisyenler, sanatçılar var mı?

Türk müziği konusunda çok nitelikli bir bilgim olmasa da duyduğum çok hoş melodiler oldu. Daha çok zaman ayırıp daha fazla dinleyince olağanüstü güzelliklerle karşılaşacağıma inanıyorum. Halk müziği ezgileri kulağıma çok hoş geliyor. Arif Sağ, Belkıs Akkale tanıdığım halk müziği sanatçılarından. Batı müziğini ve yerel tınıları çok güzel harmanlayan Barış Manço da bildiğim isimlerden. Yine herkesin bildiği gibi 1990’ların sonunda “Tango To Evora” şarkımı yorumlayan Nilüfer… Onun seslendirdiği bu yorum sayesinde Türkiye’de daha çok dinleyici benim müziğimden haberdar oldu.

Bazı şarkılarınızda sufilerin müziğinden etkilendiğinizi okuduk. Sufi müziğinde sizi etkileyen unsurlar neler?

Sufizmin temelindeki o içsel yolculuk, aydınlanma ve kendini bulma hali beni çok etkiliyor. Spiritüel birçok öğretide olduğu gibi aşkın, sevginin değerine inanıyorum. Uyum ve bütünlük içinde olmayı önemsiyorum. Bu müzikler tüm bu değerleri çok güzel yansıtıyor. Ama kimi insanlar bu müziklerin olduğu sema ayinlerini bir gösteri gibi izliyor, oysa oradaki sembollerin, hareketlerin anlamları çok derin. Bunları öğrendiğiniz zaman içiniz aşkla doluyor, müthiş ölçüde ilham buluyorsunuz.

Çocukken veteriner olmak isterken şarkı söylemeye nasıl karar verdiniz? Kelt müziği ile nasıl tanıştınız?

Müzikle iç içe bir ailede büyümedim. Yani müziği seviyorlardı elbette ama öyle kilise korolarında yer alan, kamp ateşi etrafında çalan, söyleyen bir ailem yoktu. Ama içinde büyüdüğüm ortam çok müzikaldi, okullarda, çeşitli etkinliklerde müzik hep hayatımdaydı. Küçük yaşlardan itibaren piyano dersleri aldım. Her şey biraz kendiliğinden oldu. Kelt müziğiyle ise 1970’lerin sonunda tanıştım. Winnipeg’deki bir folk müzik grubundaydım.

Kelt kültürü ve Anadolu arasındaki bağlantıya dair yorumlarınızı paylaşır mısınız?

Bu bağlantıyla ilgili öğrenme ve keşif sürecimin başındayım aslına bakarsanız. Ama bazı erken dönem Kelt kabilelerinin Anadolu’dan çıktığına ve St. Paul’ün Galatlar’a yazdığı mektuplarda da bundan söz edildiğine inanılıyor. O dönemden bu yana bir kültürel evrim sürecinin devam ettiğini düşünmek insanı gerçekten büyülüyor.

Müzik piyasasına bakıldığında bir tek tipleşme söz konusu… Oysa sizin müziğiniz buna direnen, son derece özgün bir tarz… Üstelik kökleri çok eskilere dayanan melodiler olmasına rağmen günümüzde hala severek dinleniyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Bu konudaki görüşlerinizi paylaşır mısınız?

Müzik bir noktada kazanç sağladığınız, daha profesyonelce yapılan bir işe dönüşüyor ama ben müziğin her zaman “dinleyenlere” ait olduğunu düşünürüm. Hiçbir zaman büyük hırslarım olmadı ama işime hep özen gösterdim, her zaman elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Yaptığım işlerin içime sinmesini önemsedim. Bu süreçte her şeyi bizzat kendim üstlendim. Bunun yorucu ve zaman alıcı tarafları da var elbette ama büyük ekiplerle, menajerlerle çalışmak çok bana göre değil. İşimi severek yaptığım için de hep çok güzel dönüşler aldım. Söylediğiniz gibi Kelt müziğinin insanları etkisi altına alan bir yanı var. Beni de ilk anda cezbetmişti. İkinci olarak ben düzenlemeleri çok geleneksel bir yaklaşımla yapmıyorum. Klasik enstrümanların yanı sıra elektro-gitar, vurmalılar gibi modern enstrümanlar da kullanıyorum. Seyahatlerim sırasında aldığım etnik enstrümanları da kullanıyorum. Sesimde de duygusal bir şeffaflık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden dinleyiciler samimi ve dokunaklı buluyorlar sanırım.

Müzik dışında nelerle ilgileniyorsunuz? 

Bahçemle uğraşmayı seviyorum. Bisiklete binmeyi, kitap okumayı, arkadaşlarımla zaman geçirmeyi, yürüyüş ve kamp yapmayı seviyorum.

Sosyal meseleler, çevre, hayvanlar sizin için öncelikli konular arasında. Bu konularla ilgili çalışmalarınızdan ve girişimlerinizden de bahseder misiniz?

Yaşadığım yerin yakınında Stratford, Ontario’da bir aile merkezim var, işletmesini de ben sürdürüyorum. Modern hayatta çocukların ve ailelerin yeterince anlaşıldığını ve desteklendiğini düşünmüyorum. Onun dışında iklim değişikliğine karşı bulduğum her yere ağaç dikmeye, kendi hayatımı bu doğrultuda düzenlemeye ve geliştirmeye çalışıyorum, elbette çevremi de bunun bir parçası haline getirmeye çabalıyorum.

“Lost Souls” albümünüzün dünya turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyorsunuz. İzmir, Ankara ve İstanbul’da konserler vereceksiniz. Albümden biraz bahseder misiniz? Adının hikâyesini de merak ediyoruz…

Aslında bunun hikâyesi epey eskiye dayanıyor. “Ages Past, Ages Hence”, “Hundred Wishes”, “Spanish Guitars”, “The Ballad of the Fox Hunter” gibi şarkılarımı yazdığımda “Hmm, bunlar biraz kayıp ruhlar gibi oldu.” dediğimi anımsıyorum. “Lost Souls” isimli şarkımı ise antropolog Ronald Wright’ın “A Short History of Progress” (İlerlemenin Kısa Tarihi) isimli kitabından esinlendim. Uzun zaman önce kaleme alınmış o kitapta Wright şundan söz ediyordu. Sanayi Devrimi’nden önce insanlar etik ve ahlaki değerleri teknolojik ilerlemeden daha çok önemserken, Sanayi Devrimi’nden sonra teknoloji, etik ve ahlaki değerlerin önüne geçti. Bunlar benim de fazlasıyla kafa yorduğum konular. Bu albümü farklı kılan özelliklerden bir diğeri ise şu; şarkıları seslendirmemin yanı sıra bu albümümde piyano, klavye, akordeon ve arp da çaldım.

Son olarak, daha önceki Türkiye ziyaretlerinize dair izlenimlerinizi paylaşır mısınız?

Türkiye ve ülkenin güzel insanlarıyla ilgili söylenecek çok şey var. Türkiye’ye zaman zaman seyahatlerim oluyor. Misafirperver karşılamalarınız, içtenliğiniz, alçakgönüllülüğünüz beni çok mutlu ediyor. Tarih ve kültür zenginliğinizden söz etmiyorum bile… Büyüleniyorum. Coğrafya olarak muazzam bir çeşitliliğe sahip, ülkenin her bölgesi başka güzel… Türkiye’ye en güzel ziyaretlerimden birini 2003 yılında yapmıştım. Ankara, Safranbolu, Konya ve Kapadokya’yı kapsayan bir turdu. Tarihi farklı açılardan, farklı mekânlarda, farklı bakış açılarıyla öğrenme ve anlama şansım oldu. Benim için çok besleyici bir deneyimdi, kendimi çok daha olgun bir dünya vatandaşı gibi hissettim.